4 Kasım 2011 Cuma

dinamit

Bir kadın olarak yazıyorum.

Biz kadınlığa çok çabuk geçeriz. Daha geçen hafta bebeklerimizle oynarken bir de bakmışız vücudumuz doğurganlık için hazır. Her ay bu değişimi yaşarız. Yaklaşık 35-40 sene kadar. Daha kendimizi bilmezken annelerimize olan şey bize de olmaya başlar. Doğamız gereği erkeklerden hızlı büyürüz ama çocuğuzdur. Bu yaman çelişki kafamızı karıştırır o yaşlarımızda.

İlk seferimiz zordur, çok zor. Sevdiğimiz, güvendiğimiz biriyle bile olsa. Canımız yanar, korkarız. Çok korkarız. Haz almayız ilk seferinde çoğu zaman. Şefkat gerekir, güven gerekir. İstek gerekir. Aşk gerekir. Bunlardan biri eksikse, canımız yandığından çok, ruhumuz yanar.

İlk sefer ya kadınlığımızı kazanırız, ya da kızlığımızı kayberderiz.

İlk seferimiz önemlidir. O anın zamanlaması ve duygusal içeriği sonraki ilişkilerimizin temelini oluşturur. Çünkü size verdiğimiz şeyi yıllarca korumamız gerektiği öğretildi bize. Size olan güvenimizdir asıl verdiğimiz. Sizden sonra kuracağımız ilişkilerin teminatıdır o ilk sefer.

13 yaşındaki bir kız çocuğunun, her ne şekilde olursa olsun bunu normal şartlar altında sevdiği biriyle bile "kendi rızasıyla" yaşaması normal değildir. Çünkü genelde kendi rızasıyla olmaz ilk sefer. O yaşta rıza denilen kaybetme korkusu, sevdiği adamı memnun etme çabasıdır. Talebe karşılık vermektir. Korkuyu bastıracak şey yine bir başka korku silsilesidir. Bastırılmışlık, sıkışmışlık, çaresizlik. Sadece göze alır 13 yaşındaki bir kız çocuğu bunu.

28 kişinin 13 yaşındaki bir kız çocuğuna tecavüzü,temeli dinamitle patlatmak demektir.

"Kendi rızasıyla", 13 yaşındaki bir çocuk kendi hayatını sabote edemez.

Onun sadece her seferinde canı yanar. O kadar.

Şimdi N.Ç gerçek bir tecavüzle karşı karşıya. Yıllardır beklediği, içini kemiren bu insanlık dışı olayın karşılığı olan cezanın yargıtaydan çıkan kararıyla ona kazıkların en büyüğü atıldı. Güvenmek istediği, şefkat görmeyi beklediği "devlet babası"nın verdiği kararla yine haklarına, çocukluğuna, kadınlığına, insanlığına tecavüz edildi.

Bir kadın bununla nasıl başa çıkar hiç bir fikrim yok. Kökünden kopardığın bitkiyi nasıl bir daha toprağa bağlarsın?

Dünya kadar midem bulanıyor.

Bir kadın olarak yazıyorum.

Razı Değilim!

1 Kasım 2011 Salı

van için yat van için kalk

inadına umudum var!

Son 1 haftadır küçükçiftlik park'ının yanındaki pop up cafede yatıp kalktık. Uzun zamandır gördüğüm en kolektif çalışmanın içindeydim. Çok acaip arkadaşlar biriktirmişim, vay be! Herkesin gözleri pırıl pırıl, ne yaptığını da iyi bilen, bütün profesyonelliklerini ortaya döken, belki de hiç bir işte hepsini aynı anda görmediğimiz 20 kadar çekirdek beyin. Onların arkasında her sektörden "biz de sizinleyiz" diyen 600 kadar çalışan. "Bizi de ekleyin line up'a diyen 279 müzisyen, televizyoncu, menajer.

Pazar günü sadece Van için yardım toplamadık şunun da sağlamasını yaptık ; istendiğinde oluyor. Toplum bilinci istendiğinde devreye girebiliyor. 13.999 bilet satılabiliyor, marketçisinden, rock starına kimse para almadan gelip ortak oluyor. Amiyane tabiri ile yaralı parmağa işenebiliyor.

Ay ne kadar güzel bir iş yaptık demedik, demeyeceğiz. Herkes dedik zannedip kızıyor bize. Mastürbatif egolarımız varmış, bunun üzerinden reklam yapıyormuşuz. Kızıyorlar. Haklılar, çünkü böyle yetiştirildik. '70 lerden beri karşı fikirde olan herkes "vatan haini" ilan edildi bu ülkede. Koyun sürüsü gibiyiz dedik de hep, ben koyun değilim diye feryat edeni asıverdik. O yüzden inanmayanlar, "hadi canım mutlaka birileri para almıştır sizin haberiniz olmamıştır" diyenler var. Olsun! 31 Ekim 2011 Pazartesi gününden beri herşeye inat umudum var!

İşler bitmiyor. Okul yapılacak daha. Bu ekip bir araya gelinebildiğinde neler olacağını gördü şimdi, toplantılar başlayacak. Neler yapılabilir, neleri değiştirmek, nelerin üzerine bir şeyler koymak istiyoruz hepsi konuşulacak. O kadar korkutulmuşuz ki gaza gelmek, heyecanlanmak bile "aman abi" dedirtir olmuş bize. Şimdi bu ağır, eski, kokuşmuş yükü üzerimizden atacağız.
İnanılmaz geliyor ama yola devam!

Pazar günü orada olan kalabalık lafım size; çoğunuz konser dinlemek için buradasınız ama buradasınız işte. aldığınız biletle bir okul yapımına ortaksınız. Bu duyguyu unutmayın ve en yakın stk'ya gidip üye olun sosyal sorumluluk projelerinde çalışmaya başlayın. 70 lerden beri bize yapmayın dedikleri şeyi yapmaya başlayın. Çünkü toplum bilinci ile istediğiniz gibi bir gelecek yaratabilirsiniz. Kolektif yaşam, bireysel yaşamdan daha kolay, daha basit ve yararlıdır. Sivil Toplum Örgütleri bizleri korkuttukları gibi terör örgütleri değil, hayat kurtaran, yardım eli uzatan, "ben koyun değilim" diye avazlananın yanında duran kuruluşlardır.

Pazartesi sabahı 13 yaşındaki kız çocuğuna tecavüz eden 26 kişi en az cezayla yargılanacak haberini aldık. "Kendi rızasıyla" olmuştur, dedi devlet. Utanıyorum ben. İnsan doğduğu ülkeden utanmaya başladığı an kendisinden de utanmaya başlıyor anında. Kafamızı dik tutabilmemiz için "ben koyun değilim" diye bağırmamız gerekiyor. 1 kişi bağırırsa sustururlar ama milyonlar aynı anda aynı şeyi söylerse, yaparsa inanın devrim olur. Ayrımcılığa, seksistliğe yer vermeden, kimliklerle işimiz olmadan sadece insan olduğumuzu düşünerek "hayır" dememiz gerekir.

Soru soralım. Cevap alamıyorsak, hesap soralım - vatandaş olarak hakkımız var-. Cevap alamıyorsak gidişatı değiştirelim. Bunların hepsi yapılabilinir şeyler, daha önce de yapıldı dünyanın çeşitli köşelerinde yüzyıllar boyu.

Evrim çok uzun bir süreç ama devrim öyle değil.

Sizin gibi düşünmeyen "vatan haini" değil. İki tarafı da dinleyelim. Biliyorum çok zor ama güzel şeyler de oluyor lütfen inanın. İnanç olmadan olmayacak çünkü bu iş.

Sivil Toplum Kuruluşlarına destek verin. Ne ile kafayı bozduysanız onun üzerinde çalışın. Toplum bizim dışımızda çalışan bir mekanizma değil. "Biz" demek toplum. "Biz"e ortak olmamaktır vatan hainliği. Koyun gibi güdülmektir acı tablo. Felaket beklemeyelim.

Pazar günkü konser bunlar içindi. Sadece konser dinlemeye gelmiş olabilirsiniz. Ama oradaydınız. Bir amaca ortak ettiniz kendinizi, bir okul yapımının ortağısınız. Bu duyguyu içinizde tutun, besleyin, iyi bakın. Soru sorun, hesap sorun. Olmadı değiştirin gidişatı!

Sizi orada gördükten sonra aldığımız tüm kötü haberlere rağmen,
inadına umudum var ulan!

25 Ekim 2011 Salı

kızamık

Çok üzgünüm. En çok depreme üzülmek isterdim oysa. İzin vermedi okuduklarım. 1999 depremine göre daha organize herkes, herşey. Sosyal medyanın da faydası büyük bu organize hale. Herkes elinden geleni yapıyor görünüyor, bütün facebook ve twitter hesapları devamlı güncelleniyor.

Depreme üzülmek, buna da sevinmek istiyordum bütün gün. Olmadı.

Güç çok tehlikeli bir şey. Yeri yerinden oynatabilecek gücünüz ama onu kullanacak aklınız yoksa, gelişen olayları tek taraflı değerlendirmeye yetecek kadar bilginiz varsa elinizdeki güç çok tehlikeli bir nükleer silaha dönüşüyor. Bugün okuduğum, takip ettiğim çoğu şey dudağımı uçuklatacak kadar korkunçtu.

Listemdeki çoğunluk "oh canıma değsin" edasıyla bir takım ipe sapa gelmez yazılar post etti bugün.

Topluca aklınızı mı yitirdiniz arkadaşlar? Japonyadaki deprem bile sizi daha çok etkilemiş gibi davranıyorsunuz. Haftalarca üzerinde "pray for japan" yazan japon bayraklarını facebook sayfalarınızda profil fotografı olarak kullanan, binlerce kilometre uzaktaki depremzedeler için yardım çağrılarında bulunan siz "duyarlı" insanlar, halkınızdan olan, sizin ülkenizin insanlarının başına gelen bu felakette nasıl "iş makinası istiyorsunuz, gönderdik, yaktınız, doktor istediniz, gönderdik, öldürdünüz..." diye başlayan bir yazıyı paylaşırsınız? Oradaki herkesi bütün deprem bölgesindeki insanları terörist olarak adlandırıp sonra da hangi yüzle "tabii biz yine göndereceğiz size bunları" diyebilirsiniz?

Siz kimsiniz? Onlar dedikleriniz kim?

Hala anlamadınız ki bölücülük yarı cehaletle beslenir. Bir konuyu hiç bilmiyorsanız sorun yok ama yarı biliyorsanız sorun orada başlar.

Sıcacık evlerimizde oturuyoruz, insanların çocukları kurşunlanıyor, şehit oluyor. 1 gün sonra yine biz yine sıcacık evlerimizde otururken aynı yerlerde halkımız evleri başlarına yıkılıyor hava gece -5. O küçük beyinleriniz o insanların da terörden etkileneceğini düşünmüyor mu? Bunun üzerine bir de halkınızdan olanlar evlerini, yakınlarını, hayatlarını toprağa veriyorlar. Enkazdan çıkan enkazlar onlar. Çocuklar var orada, kürt çocukları. Onlar terörden ne anlar? Açlıktan, yalnızlıktan korkudan anlıyor şu anda onlar.

Hala anlamıyor musunuz? Siz ve onlar yok. Olacaksa sadece biz olacağız bu dönemde. Gerisinin önemi yok.

Sokak çetesi değiliz biz. Biz halkız!
ve
ölüyoruz, öyle veya böyle.

......

"Milliyetçilik" demiş Einstein "bir çocukluk hastalığıdır. İnsanlığın kızamığıdır." Ben de ekliyorum; "maalesef ki bulaşıcıdır.

Evet, sosyal medya elimizdeki güçtür. Yeri yerinden oynatan, rejimleri değiştiren, devrim yapan bir güç. Aynı zamanda hastalık da bulaştırır.

Faşizm bulaşıcı bir hastalıktır, bulaştırmayın.

Ve korkmayın, nefretiniz korkunuzdan dolayı.

Önce kendinizi sevmeniz dileğiyle.


24 Eylül 2011 Cumartesi

anlıyor musun?



dışarıda milyonlarca ses; insanlar konuşuyor, insanlar kavga ediyor, insanlar tartışıyor, insanlar savaşıyor, insanlar hapis yatıyor. Insanlar harcıyor, ellerinde ne var ne yoksa, her şeyi. hızlı hareket ediyor, hızlı yiyor, hızlıca sevişiyorlar.

insanlar artık yaşlanmıyorlar bile.

içe giden yol daha karanlık, hissediyorlar. kolu kanadı kırık, yüzlerinde yaşadıkları varsayılan hayatın özeti olduğu halde, vakit varken biraz daha kendiyle tanışık, biraz daha kendiyle barışık olmaktan korkuyorlar.

korkunun kokusu, insanı –da- vahşileştirir. varolunan dairenin içinde vahşet korkunun kölesi. 

sen hiç insan eti yiyen başka bir insan gördün mü?
her gün olan şey.

dairenin dışında işler daha da zor. Içe doğru yansıyan bir yüz. Su karanlık, zihnin ışığı çoğu zaman yetmiyor. Kalbin her atışıyla irkilen bir "Ben." burası sessiz, burası sakin, burası serin. her attığın ilmek geçmişine işliyor, nakış gibi.

Ego kırılgan bir mücevher kutusu dairenin dışında. Misafir edebileceğin “önemli” birileri yok. Sonsuz aynaya bakmaya cesaret ettiğinde sen dahil kimsenin önemi olmadığını görebiliyorsun. ölmeden yaşamak, yaşamadan ölmek endişelerinin bir adım ötesinde, hayatın sadece kendi yaratıların olduğunu bilip, yine de o hayatın tanrısı ol(a)mıyorsun.

Mükkemmel bir kaza ile doğduğumuz, şans eseri burada olduğumuz ya da -daha kötüsü- düz beyaz bir alanda öylece durduğumuzu,

yeryüzünün, pekala herhangi bir noel ağacının üzerindeki süs olduğunu

ve evrenin de bir ötesi olduğunu

anlıyor musun?
-- 
D.

3 Ağustos 2011 Çarşamba

büyü(k)

yaşam, suyu hiç bitmeyen bir çeşme. çeşmeye boyun yetişene kadar suyu bardakla eline veriyorlar. ne kadar verilirse o kadar içiyorsun. bazen boyun çok geç yetişiyor çeşmeye. bazen çok hızlı büyüyüveriyorsun.

büyümek büyülü birşey.

ben karar vererek büyüyenlerdenim. bundan 4 sene öncesine kadar en büyük korkumdu büyümek. kırmızı yazlık ayakkabılarımı şubat ayının acıtıcı soğuğunda bile ayağından çıkartmayan ben, büyümeyi o kırmızı ayakkabıları çöpe atmak sanarak şiddetle reddettim. Bir zaman sonra çocuk - kadın rolü sürece direnmenin sonucu olarak üzerime oturmayan bir elbiseden çelik korseye dönüştü. çeşmenin varlığından haberdardım. oradan kana kana su içmenin ihtiyacı içerisindeydim ama bardakla içmek daha güvenliydi. en acıklısı da hep bir bardak su uzatanı oluyordu insanın. 30 larımın ortasına kadar bu böyle devam etti. hep bardakla su uzatanın kurallarına direnerek, su verenlerin çok olsun diyerek.. bütün algılarımı kapattım, daha fazla üretmek, yaratmak, düşünmek istemiyordum. kendi hızımdan oldum olası korkardım zaten ve büyümek beni daha da hızlandıracaktı. iyiydi böyle işte ya..

ah o kırmızı ayakkabılar!

giderek daha mutsuz, daha depresif ve uyuşuk bir hal aldı hayatım. hiç bir şey yetmiyordu, hiç bir şeye yetişemiyordum. panik atak, anksiyete, ilaçlar derken 32. yaş günümde Alis Harikalar Diyarında masalını düşünürken yakaladım kendimi. Alis'in içtiği iksir (yediği mantar) onu büyütüyor bir diğeri de küçültüyordu. sadece iksiri içmeye cesaret etmek gerekiyordu. büyümenin biraz cesaret ve oto kontrol ile büyülü bir şey olabileceği kafama dank etti. kırmızı aykkabılarım da benimle kalabilirdi ve benim de boyum çeşmeye yetişebilirdi. eğer bunu sevmezsem yeniden küçülebilir, hatta anne rahmine bile geri dönebilirdim. evet, biraz delice duyuluyor ama büyümenin kökü "büyü"den geliyor benim için. o gece büyümeye karar verdim. iksiri içtim yattım uyudum.

o geceden beri büyüyorum. çeşmenin suyu pırıl pırıl. her şeyin arkasını görebiliyorum. görebildiğim hiç bir şeye direnmiyorum artık. daha mutlu muyum bilmiyorum ama kesinlikle daha özgürüm. hızdan hala çok hoşlanmıyorum, bir şekilde alıştım diyelim. kana kana su içmek her şeye değdi.

çocuk - kadın çöpe, kırmızı ayakkabılar hala benimle.

sağ elimde diğer iksir. şimdilik küçülmek istemiyorum. ölmeye yakın düşünürüz..

18 Temmuz 2011 Pazartesi

sahil

Dünyanın en güzel yerlerinden bir tanesinde gözüm gökyüzünde yatıyorum. Ortaokuldan beri ilk uzun tatilim. Arkadaşlarım, tanıdıklarım, yeni tanıştıklarım hepsi yanımda, yapayalnızım. Yalnız kalmanın en lüks halindeyim. İçimdeki kocaman göz açılıyor yavaş ve tembelce. Yazmaya verdiğim uzunca aranın sebepleri bir yana, şu an olduğum halimle daha sık vakit geçirmem gerekiyormuş. Çadır evimin önünde her akşam karşılaştığım Akrep Bey'in tavsiyesi olarak bunu değerlendirmeye alıyorum. Akrep Bey, kumların fırtınalarda yer değiştirdiğini, her bir kum tanesinin yer değiştirmesiyle yeryüzündeki mikro-topografik değişimlere yol açtığını, yeni oluşumların küçük anahtar deliklerinin kum taneciklerinin işi olduğunu anlatırken, sahildeki en güzel kum tanesinin ben olduğunu anlatmak üzereydim ona. Hak verdim Akrep Bey'e ama değişim değil fırtınaydı içimi korkutan. Fırtınanın yarattığı değişimin iyi bir şey olabileceğini içsel olarak bilsem de sevmediğim bir şeydi. Fırtına demek hayal kırıklığı, bulanık görüş, donuk bir kalp, akıl - mantık yitimi ve hiç kaybolmayacak gibi gelen bir acıydı.

"Dünyada hiç bir şey kaybolmaz, sadece yer değiştirir" dedi Akrep Bey. "Ama her şeyin etkisi geçer. Değişimler, onlarla başa çıkabildiğin anda artık şimdiki zamana ait olurlar. Ta ki bir sonraki fırtınaya kadar. Bir sonraki fırtına başladığında ise bir önceki geçmiş zamandaki yerini alır. Bir sonraki ile bir önceki arasındaki kısa zaman diliminde hissettiklerin seni korkutan, çünkü gelecek diye bir şeyin var olduğuna inanıyorsun. Hafıza geçmiş zaman için, algı şimdiki zaman için çalışır. Gelecek zaman kavramı şimdi ve geçmiş'in olasılık hesapları olabilir ancak. Ancak varsayabildiğin bir şey için korktuğunun farkında mısın?"

Haklıydı.

Bir gün öleceğimizi bildiğimiz için gelecek kaygısı ile lanetlenen bir tür için yeteri kadar vahşi, yeteri kadar kötü ve yeteri kadar zekiydik. Diğer türler üzerindeki dominasyonumuz acıklıydı. İçimizdeki güç ölüm korkusuyla besleniyordu. Gelecek laneti yüzündendi bütün bu kaos. Fırtınalar olmasın diye uğraşıyorduk sadece. Olduğumuz yerde kalabilmek için. Bu yüzden geçmişimizde olanları bile redderdik, o denliydi korkumuz.

Sustum.

"Geçmesine izin ver" dedi. "Üzerinden geçecek bu fırtınanın etkisi ancak nasıl geçireceğin sana bağlı. Ya bulut gibi geçirirsin üzerinden ya da rayların üzerine yatar trenin üstünden geçmesini beklersin. Her iki şekilde de geçecektir. Karar senin. "

Sahildeyim. Gözüm gökyüzünde bulutlara bakıyorum. Hafif bir esintiyle batıya doğru gidiyorlar. Benim geldiğim tarafa. Havayı kokluyorum. İki fırtına arası sahildeki en güzel kum tanesi benim.

17 Mayıs 2011 Salı

vapur

Birini seversiniz. Onu severken bir bütünü anlarsınız. Neden sabah oluyor, neden dört mevsim var, o baharlar, kışlar sizi neye hazırlıyor, neden iki ucun yanısıra bir de tam ortası var her şeyin, anlarsınız. O hiç bozulmayan denge gelir içinize oturur. İlk zamanlardaki ergen heyecanı da geçince tatlı bir meltem esintisi kalır kafanızın üzerinde. Dumanınız tüter, vapur gibi. Vapur gibi sakin, huzurlu ve emin bir şekilde, seversiniz.

Sevmek "garip" bir şey. Kollarım uzar benim birini o denli sevdiğimde. Etraftaki her hareketi, her sesi dinlemek isterim. Bütün algımı, kalbimi, organlarımı, zihnimi halka açarım.Bırakırım değsin hayat bana. Kalabalık bir caddede yanımdan geçen insanların arasında yavaşlatırım zamanı. Kollarımı iki yana açarım. Artık herkes sevdiğimdir.
Kollarım uzar gizliden gizliye sarılırım hepinize.

Birini seversiniz.

Onu sevmek için ona ihtiyacınız olmadığı gün, tıpkı zaman algılamasında olduğu gibi bütün olasılık hesaplarını görmeye başlarsınız. Bundan sonra o'nun ne olduğu, gidip kalması, yaptığı, yapacağı, yapmayacağı, acıtıp acıtmayacağı konuşulmaz.

Bu şuna benziyor;
O bir kelime verir
siz bir kitap yazıverirsiniz.
toz konmaz.
bazen kuş uçmaz.
kervan geçmez.
olsun, yine de seversiniz.

Birini böyle sevmeden sakın ölmeyin.

30 Nisan 2011 Cumartesi

Gölge

Bir oyun yazıyorum, senelerdir bitemiyor. 2008 yılında bitirmiştim Berlin'de ama 2009'da bilgisayarımın azizliğine uğrayıp tamamen silindi. Tabii ki back up almamıştım. O tiyatro oyunuyla birlikte tam 350 adet yazım gitti bir saniye içinde. Temizlendin dedi herkes. Bense felç geçirdim, hayatımın en önemli bölümü silindi, hiç de temizlenmiş hissetmedim kendimi. En çok tiyatro oyunuma üzüldüm çünkü bir daha asla yazamayacağımı biliyordum. Gerçekten de öyle oldu, her satırı aklımda olmasına rağmen, hiç zaman oyunu bitiremedim.

Oyun doğuştan gölgesi olmayan bir kız ve gölgesini kaybetmiş eski bir savaş suçlusu hakkındaydı. Bir gazete ilanıyla başlıyordu oyun; "tam gün çalışacak bir gölge aranıyor." Kız gazetede gördüğü bu ilan üzerine adamın yanında işe girer ve 24 saat adamın gölgesi olarak onun peşinden dolaşır. Adam ve kızın girdiği absürd diyaloglar, adamın itiraflarıyla birbirinin içine geçer. En sonunda adam kıza hastalıklı bir biçimde aşık olur. Gölgesine tecavüzü, kızın yalnızlığıyla pekişir, olaylar gelişir.

En zorlanarak yazdığım sahne tecavüz sahnesinden sonraki ilk sahneydi. Sabaha karşı kız yerde yatıyordu. Aklını yitirmiş, yalnız bir biçimde. Hayatında tek bir kez yalnız hissetmediği an tecavüz sahnesinden bir önceki andı çünkü. Güvendiği andan tam bir sonraki an. General her ne kadar savaş suçlusu da olsa, itiraf etmiştir pişman olduğunu. Kız ilk defa adamın yüzüne bakmıştır ve...

İşin en kötü yanı kız suçlayamaz adamı. Bu onun doğasıdır. Bazı insanlar zalim doğar, yapacak bir şey yoktur. Sadece acır adama. Bu tecavüz ne kadar yalnız olduğunu tekrar hatırlatır kıza. Sahne çok uzun süre hareketsiz olarak başlar ve devam eder. Kızın kendine sarılmasıyla sonlanır.

Güven, ister "öz"den, ister bir başkasından çıksın, çok kırılgan. Yalnızlıkla doğru orantılı yapılandığından birine güveninizi yitirdiğinizde ilk hissettiğiniz duygu yalnızlıktır. Güven kırıldığında bütün dünyada bir başınıza çırılçıplak bulursunuz kendinizi. Yapayalnız olmak değil, yapayalnız bırakılmaktır en kötüsü.

Utanırız. Sınıfa yeni gelmiş öğrencinin yalnızlığıdır o çünkü.
Utandırır.

Birinin eline kalbinizi koyarken, onun yalnızlığını unutmadan,
utandırmadan...

14 Nisan 2011 Perşembe

kapı

dışarıdaki havaya inat içimde yaprak bile kıpırdamıyor. sakinim, hatta biraz fazla sakin. tehlikeli bir bekleyiş gibi sakinliğim. sanki her an penceremin dışındaki hava gibi esip yağmaya başlayabilirim.
sanmıyorum.

seni nelerin beklediğini bilemediğinde içindeki sıkıntıdan söz edersin, benim içimde sıkıntı da yok. sadece sakinim.

sukunet otuzumdan sonra öğrendiğim bir erdem. öfkeli, kapıları hiç düşünmeden çarpıp giden ben orta yaşıma yakın, o kapıların sessizce kapanabileceğini de öğrendim. kapıyı çarpmaktaki amaç karşındaki insanı kapıyı çarptığında çıkardığı sesle ürkütmekti sanırım. irkilip bir kendine gelsin, iyice anlasın diye. ama sessizce kapattığınızda kapıyı, o minicik "klik" sesi daha bir korkutucu oluyormuş. öyle gidenlerden daha çok yandı canım.

amaç zaten can yakmak değil. amaç gitmek, bir kapıyı kapatmak veya aslanlar gibi durmak da olsa, bunu sessizce yapabilmek. içimizdeki o uçsuz bucaksız tarlayı öfkenin har ateşiyle yakmamak için.

sükut altın mı bilemiyorum, o tür değerler yok benim hayatımda. çoğu zaman söyleyecek çok da fazla sözüm olmadığından susuyorum. herkesi kendi doğasında eşsiz kabul ettiğimden, heykeltraş gibi o insanın orasını, bu insanın şurasını törpülemeye kalkışmıyorum. kendi köşelerimden ne kadar memnunsam, insanların virajlarının keskinliği de beni bir o kadar ilgilendirmiyor. sadece o virajlara girerken uçuruma yuvarlanmayacak kadar dikkatli olmak ilgilendiğim şey. aklımla izliyorum o yolu, sakin olmak gerekiyor o virajları alırken.

giderek daha iyi bir sürücü oluyorum. ama uzak gemi kaptanlığından daha zormuş uzun yol şoförlüğü.

6 Nisan 2011 Çarşamba

ütopyalar güzeldir



Tamam olmakta zorlanıyorum. Sıkıntılıyım. Havaya yorasım var her şeyi, herkes gibi. Belki de günışığı biraz daha girse derimin altından hücrelerime, daha bir kolay çözeceğim zihnimdeki düğümleri.
Hep bir problem çözerken buluyorum kendimi.
Halbuki ben, bir plaj iskemlesine oturmuş kafamdaki beyaz hasır şapkamı güneş saatine göre ayarlarken, şile bezi eteğimin altından kasıklarıma doğru ilerleyen muzip bir rüzgarın peşindeyim.

Birilerinin gerçekleri, birilerinin aynasında sadece birer
ütopya.

Bir vapur dumanıyla geleceklerin yolunu gözlemekteyim. Hepimiz için.

Bugün beklediklerimiz gelsin, belki de havadandır garanti olsun, biraz daha günışığı alalım, hayal kutumuzu tekrar kuralım
ve unutalım.

Herşeyi yeniden öğrenelim. Öğrenirken bir önceki öğrendiklerimizden hatırladıklarımız
yani ütopyalarımız
bu sefer gerçeğimiz olabilir.

olsun.
lütfen.

1 Mart 2011 Salı

(du)va(r)

Soru : Önünüze bir duvar çıktı, ne yaparsınız?

Dergilerin arka sayfalarında sorulan psikolojik test sorularına benziyor, biliyorum. Ama bazen bu duvarlarla karşılaşıyoruz. Ya biz örüyor oluyoruz o duvarları ya da hayat tarafından yolumuza koyulmuş oluyorlar. Sorun olarak mı görüyoruz o duvarları? Ya da geçici engeller olarak mı? Ne görürsek görelim o duvarı sonuçta hep negatif olarak düşünürüz. Yolumuza çıkmıştır çünkü, beklenmiyordur ve ilerlememiz gerekirken dikiliyordur öyle küstahça önümüzde.

aptal duvar!

Genellikle bu soruya ilk verilen cevap üzerinden atlamaya çalışmak olur. Duvar çok yüksek! O zaman etrafından dolaşmaya çalışmak ikinci verilen reklesif cevaptır. Duvar çok geniş!

Duvarın varlığını inkar edip içinden geçmeye çalışmak ise duvarlara başınızı vurmak deyimiyle bire bir örtüşür.

Bu üç seçeneği defalarca denedim. En çok da üçüncüsünü. En acılısı üçüncüsüdür ama alternatif düşünme yeteneğini de en çok o üçüncü seçenek geliştirir. İnkarın alında açtığı yaralar çok kanar. Vuracak baş kalmayınca da çaresiz altenatifler düşünür olursunuz.

İşte alternatiflerim:

Önünüze bir duvar çıktığında öncelikle bunun engel değil sadece bir duvar olduğunu kabullenin. Duvarın anlatmak istediği bir şey olabilir. Hayatta tesadüf diye bir şey yoktur, o duvarın yolunuzda durmasının mutlaka bir sebebi vardır. Belki de yolunuza bir süreliğine ara vermeniz gerekiyordur. O zaman işte oturun o duvarın dibine. Durup bir etrafa bakın, geldiğiniz yolları, yürürken unuttuğunuz anlarınızı, en önemlisi yürümenin verdiği yorgunluğu düşünün. İyi gelecektir biraz dinlenmek. Sonuçta duvar sizi geriletmiyor, sadece durmanızı sağlıyor.

Cebinizde mutlaka pastel boyalar bulundurun. Çünkü hiç bir çıkış bulamadığınızda bazen sadece bir kapı çizmeniz içeri girmenizi sağlayabilir. Kapı işe yaramasa bile pastel boyalar sizi eğlendirecektir. Ağaçlar, bulutlar, evler çizin. Aklınıza gelen her şeyi çizin duvara... Rengarenk bir duvarınız olsun, o zaman daha az korkarsınız.

Hiç biri işe yaramazsa kök salın duvarınızın dibine. Koskocaman bir sarmaşığa dönüşene kadar bekleyin. Kollarınız duvarın yüzeyini sardıkça artık ne duvarın, ne yürümenin, ne de hep olduğunuz şekilde varolmanın hiç bir önemi kalmayacaktır.

Köklerinizi bırakın toprağa,
o gerisini halleder...

25 Şubat 2011 Cuma

limbo

saat 00:16. Bazılarınız çoktan uyudu bile, bazılarınız ise akşam yemeğini sindireli epey oldu. Bazılarınız ise benim gibi henüz geldiniz işten eve, bazılarınız ise hala çalışıyor.

Bugün koskocaman bir İstanbul turu yaptım. Teşvikiye - Ümraniye - Maslak. 14 saattir çalışıyorum son hızla. Aslında 19 yaşımdan beri çalışıyorum. Yapmadığım pek bir iş kalmadı. Çevrem için absürd sayılacak meslekler dışında garsonluktan, barmaidliğe, öğretmenlikten, çalgıcılığa, festivalden, tiyatroya kadar ne bulursam, nerede iş bulursam çalıştım. Öyle yetiştirildim çünkü. Gece çıkmam hoş karşılanmazdı ama iş varsa sabah da dönebilirdim eve. O yüzden çalışmanın özgürlük sağladığını öğrendiğim andan itibaren her zaman bir işim oldu. Bizimkiler de hayatları boyunca çalıştıklarından hep boynunda ev anahtarıyla gezen lanetli çocuklardan oldum. Her doktor çocuğu gibi kendi kendimi iyileştirmeyi öğrendim. Tek çocuk olmanın bütün yalnızlığını kocaman bir evde yaşadım, çok da sıkılmadan. Aileden gelen kocaman bir hırsla paraya da ihtiyacım yokken çalışmaya başladım.

Neredeyse 20 sene olmuş... Bu akşam ilk defa yoruldum.

Toplantıya yetişmeye çalışırken her şey ilk defa anlamsızlaştı. Çok önemli bir toplantıydı,
kariyerimin belki de en iyi işini çıkarıyordum. Dikkatlice hazırlandığım toplantının notlarını takside son kez gözden geçirirken nefes alamamaya başladım. Eski bir anksiyete hastası olduğumdan bu rezalet hissi tanırım. "Hoşgeldin nefes darlığı" diyerek pencereyi açtım. Hava buz gibi, yağmur değil garip bir toz yağıyor. Pencereyi kapattım arkama yaslandım ve adım adım giden trafiğin içinden içime dönerek çıkmaya çalıştım.

Gerçek bu muydu?

Kafası etrafındakilere göre biraz daha farklı çalışan biri olarak gerçek nedir pek bilmem. Öyle rüyalar görürüm ki mesela tamamen gerçekliğin tam da ortasında olduğumu bilirim. Gerçek elimizle tuttuğumuz gözümüzle gördüğümüz olmayabilir benim için. 3 boyutlu bu dünyayı kabul ederim etmesine ama benim için bu kadarla kalmaz, kalamaz hayat. O taksideki an gerçek değilse neden bu kadar yoruyordum kendimi? Eğer gerçekse o daha fena! Sıkışmışlık hissi, iki paralel boyut arasında kalmışlık hissiydi nefesimi kesen.

Peki ne istiyordum ben?

Kendi görüntüm -gördüğüm- aslında Van Gogh tablolarının içinde olmak. Sapsarı, orantısız bir nesneye dönüşmek istiyorum. Ve durmak... Durunca ne yapacağımı düşünmeden, hiç düşünmeden bir an geçirmek istiyorum. Ben hep düşünüyorum, çoğu meseleyi uykumda çözüyorum. Hep bir fikirle uyanıyorum. Çalışmak değil beni yoran zihnim, karamaşık belki de hastalıklı bakamayış açım. Kopamıyorum, kalamıyorum, gidemiyorum, gelemiyorum ama hep ilerliyorum.. Çok saçma.. Ben sadece nesne olmak istiyorum. Egosuz, hırssız, estetik kaygısından uzak, oraya öylesine konulmuş gibi durmak...

Yani en dipte hiç olmamak istiyorum. Boşluğumda olmamak...

Deli saçması yazımı okuduğunuz için teşekkür ederim..

22 Şubat 2011 Salı

seni seviyorum, farkında mısın?


Mısra. Hayatımdaki en önemli karakter. İrem'in kızı, daha 3 buçuk yaşında. Bu sabah bakıcısıyla şöyle kavga ediyordu,

- Defne hala neden uyanmadı?
- Defne denmez Mısra'cım, Defne Teyze demen gerek
- Yaaaa nedeeeeen? Annem hep Defne diyo onaaaa
- Ama o anne, onlar yaşıt, sen teyze demelisin
- Hayır! Defne dicem! o benim ennnnn yakın arkadaşım!

Gülümseyerek açtım gözümü. "Kuka!" (benim ona taktığım ad) diye bağırdım. 5 saniye sonra üzerimde 17 kilo ekstra bir ağırlık bütün vücuduma eşit oranda öpücükleriyle mutluluk dağıtıyordu.

-Defneeee, seni çok seviyorum, farkında mısın?

Böyle olmalıydı bütün iletişimimiz. Herkes farkında olmalıydı biri tarafından sevilmenin. 3 buçuk yaşında gibi sevmeliydik birbirimizi. Huzur vermeliydik, haddimizi bilmeliydik. Olmadı olamadı, birbirimizle bitmedi derdimiz.

Eğitmenlik yaptığım beş sene boyunca ilkokul çağındaki çocuklardan öğrendim ne öğrendimse. 6 yaşında sınıfa ilk girdiklerinde yaşadıkları paniği, "ee şimdi ben kimden süt isticem" karmaşasını, sınıftaki tek büyüğe duydukları sevgiyi, ihtiyacı, koşulsuz güveni gördükçe ne biliyorsam acilen unutup, onlarla yeniden öğrenmeye çalıştım. Öğrenmedeki hızlarına yetişmek mümkün olmuyordu. Nedeni yine koşulsuz sevgilerinden kaynaklanıyordu. Büyük bir ciddiyetle dinleyip, lisedeki abilerinin soramayacağı kadar zekice sorular sorup, dersin sonlarına doğru "biz sıkıldık bitir artık" diyebilecek kadar dürüst olabiliyorladı. Kucağımda büyüdüler hepsi. Şimdiyse lise son, üniversite öğrencisi oldular. Artık o kadar saf değiller, sevgilileri var kasıp duruyorlar kendilerini. Oyunlar, taktikler, aşk acıları. Bitmiyor dertleri.

Maalesef yetişkin oldular.

Ama bana o kadar iyi geldiler ki. Her zaman her şeye evet demeye teşne karakterim, gerektiğinde hayır demeyi öğrendi onların sayesinde. Etrafımda kimsenin olmadığı kadar net ve açık konuşur oldum. Çünkü net olmak çok kolaydı. Söyleyeceğinizi söylüyordunuz ve bitiyordu. "Ödevini neden bitirmedin'"in cevabı çok rahatlıkla "top oynadım" olabiliyordu. Gayet net işte! Çocuğun canı top oynamak istemiş. Bundan daha güzel sebep mi olur? Bu her ne kadar bana ekstra 1 saat çalışma demek olsa da etüde kalmayı da göze almış. Hiç kırmadım netliklerini, korkutmadım ki yalan söylemesinler. "Tamam o zaman ben de top oynicam, derse gelmicem" dediğimde kıkır kıkır gülerek "sen top oynayamazsın" diye bağırdılar. O dersin son 1 saati bahçede maç yaptık. İnanın en çok ben eğlendim. Sonraki saat müdürün odasında kavga ediyordum ama olsun.

O yüzdendir ki bütün çocukların en yakın arkadaşı olurum. Çünkü onlara ihtiyacım var. Siz yetişkinlerin yanında sıkılıyorum bir zaman sonra. Sizinle paylaştığımız her şey bu dünyanın halleri oluyor çoğunlukla. Halbuki benim saçma sapan çığlık atıp gülmeye, barbi bebeklerin saçlarını yıkamaya, boyama kitaplarına, masal kitaplarına, dibi olmayan hayal dünyamın içine dalmaya ihtiyacım var. O dünyada keşfedilmemiş adalar, hiç bulunmamış hazineler, birbirlerine kavuşmuş prens ve prensesler, rengarenk balonlar, bir sürü öpücük ve kahkaha var.

O 17 kilonun içinde kocaman bir dünya var, gez gez bitmiyor.

O beni 3 buçuk yaşındaymışım gibi seviyor, farkındayım.

19 Şubat 2011 Cumartesi

shoot me down



Hiç bir şarkıyı içinizden söyleyerek uyandığınız oldu mu? Şarkının sözlerini söylerken uyanıp elinizi -gözünüzü bile açmadan daha- i pod'unuza attığınız zamanlar var mı? içinizde bir kişiyle daha uyandığınız sabahlar? o şarkıyı ikinizin şarkısı ilan ettiğiniz oldu mu hiç?

Bu sabah öyle uyandım, içimde bir kişiyle, kendisi ölü. Hiç çocuğu olmadı, ben tektim o yüzden. Yaşadığı sürece bunun bütün nimetlerinden yararlandım. İlk içkimi onunla içtim. Karısı terkettiği günden itibaren ki bu benim 16 yaşıma denk gelir geceleri tek dans partneri bendim. Okuduğum kitaplardan, çaldığım enstrumanın arşesine kadar herşeyi düşünür, en sevdiğim parfümü bilir, en ufak hareketimi bile kaçırmazdı. Okuldan mezun olurken bestelediğim eser çalındıktan sonra ayağa fırlayıp kocaman sesiyle "BRAVO" diye bağırıp herkesi korkutan yine o'ydu.

Ergenliğime dokunabilen bir tek o oldu. Asla güzel bir kız olmadım o yaşlarda. Güzelliğin ve estetiğin bambaşka bir bakışla ilgisi olduğuna beni ikna eden insandı. Baktığım aynaları değiştirdi. Giyimimle dalga geçmeyen, arıza yanlarımı daha çok seven ve o zamanlar için en önemlisi konuşabildiğim tek insandı. Beni bir yere getirdi ve o getirdiği yerle hep gurur duydum. Eğer o olmasaydı evden kaçıp İzmir'e yerleşemezdim. O olmasaydı büyüyemezdim. O olmasaydı beni kendimden koruyacak kimse yoktu. Bugün özgüvenim varsa onun harika bir ebeveyn olmasından dolayıdır.

Çok güzel ıslık çalardı, eline aldığı her şeyi çalardı ya. Müzisyen olmamın tek sebebiydi. O kocaman bir devdi. Kalbi kalbimin üzerineydi.


Nick Cave dinler miydi hatırlamıyorum ama, bence severdi.

Artık hiç rüyamda görmüyorum onu. Öleli 14 sene oldu. Ama böyle sabahlarda içimde onunla uyanıyorum hep ıslıkla bir şarkı çalıyor. Bu sabah Nick Cave'den shoot me down ile uyandık. Hala ağlamamın sebebi onun kadar hiç kimseyi özlemediğimden ve 36 yaşında hala ona çok ihtiyaç duyuyor olmamdandır.

Boyu tanıdığım en uzun insandı. Annemin kardeşi, babamın en yakın arkadaşıydı. Bizimkilerle en büyük kavgasını benim için verdi. "Bırakın" dedi "ona hiç bir şey olmaz bu hayatta! Siz sadece nefes almasına izin verin!"
Beni, o zaman yaşadığım şehirden yanına yetişene kadar yoğun bakımda son nefesini tutarak bekledi.

O günden sonra ben pek ısınamadım hayata.






18 Şubat 2011 Cuma

quarterback

quarterback : amerikan futbolunda oyunu kuran kişinin mevkisi. bu mevkideki oyuncuyu korumak için önünde 7 kişilik bir guard oyuncu ekibi bulunur. En yetenekli oyuncular quarterback olarak iş görürler.

Doğru kurulmuş stratejiler hayatımızı kolaylaştırır. Özellikle iş yaşantısında başarıyı sağlar. Geliştirdiğin her taktik rekabet ortamında seni diğerlerinden bir adım öne çıkartır. Harika bir şeydir. Zeka ve sabır ürünüdür. Sonunda aldığın haz hiç bi'şeye değişilmez.

Hayatın tümünü böyle yaşayanlara geliyor bu yazı.

En yakın dostlarımdan biri olan İrem'le (kendisinin adını sık sık duyacaksınız) bugün bunun üzerine konuşuyorduk. Taktikler ve stratejiler üzerine. Bir çok insanın hayatını bir oyun üzerine kurduğundan bahsediyorduk. "Ben", dedim "çok aptalım bu konuda. Belki senelerce müzik okuduğumdan bu tarafım hiç gelişmedi." Okulda bizi romantik ruh hastaları olarak yetiştirdiler çünkü. Belki bu yüzden hiç taktik bilmem, karşımda biraz güvendiğim biri varsa hep ona inanma taraftarıyımdır. Özellikle ikili ilişkilerdeki taktik konusunda gerçekten acınacak kadar berbatım. Hiç bir ilişkimi bir oyun olarak göremedim. Hani şöyledir ya; "o aramıyorsa sen de ortadan kaybol!" Ya da "bak arama şimdi sen bi kaç gün o seni nasıl arayacak!" Arkadaşım, olmuyor, yapıma ters. Ben ne yapılmasın denirse onu yapmak isteyen biriyim. Hayatta tatlı sevmem, sporda yağ ölçümümü yaptıktan sonra birlike çalıştığım Cem Hoca "Defne şekeri kesiyoruz" dediği andan beri krem karamelden başka bi şey düşünemiyorum. Kız arkadaşlarımdan biri ne zaman "arama" diye bir komut verse ben onu aramak isterim. Üstelik aramak istemediğim halde. Pavlov'un köpeği gibiyim anasını satiim. Yapma denilen herşeyi yapmak istiyorum. Bu yüzden o taktiklerin hiç bi tanesini yapamıyorum.

İrem telefonundan yüzünü hiç kaldırmadan;

"boşver, oyun kurucular eğer oyun doğru gitmezse takımda en çok yüklenilen insan olurlar. Çok aptal durumlara düşerler taktikleri yüzünden." dedi.

Bir anda kafamda ikili ilişkilerini böyle yaşayan insanların düştükleri acınası durumlar canlandı. Aslında galiba aptal olan ben değil, sonradan düştükleri durumdan dolayı onlardı.

20'li yaşlarımdayken çok özenirdim o tip insanlara. Sevgilileri kafalarını mı kızdırdı? Hoooop! "arama!" moduna geçerlerdi. Tuşlarına basılmış gibi günlerce. Ne telefon ne bi'şey. Üstüne üstlük adam geri arayınca da açmazlardı. Yahu adam aramış işte açsana telefonu. Ama bu arada evde bana ağlanıyor. Adama kızmışsın, ya da kızmamışsın sınır deniyorsun, peki. Ama benim suçum ne? Yakın arkadaş kontenjanından gol yiyorum! Sürekli ondan bahsediliyor, içiliyor, konu yine aynı, sarhoş olunup ağlanmaya başlanıyor. Biraz eğlensin diye dışarı çıkıyoruz, başka adamlara kur yapılıyor sarhoş inadından. Tam öpüşmelerine yakın aralarına giriyorsun, "merhabaaaa bizim eve gitmemiz lazım" diyerekten. Adam seni dövmek istiyor. Taksiye atıp eve götürürken hem ruj sürüyor, hem ağlıyor. Bitmiyor, bitmiyor... Ertesi gün telefon çalıyor. E aç artık? I ıh! ne hırstır, ne sabırdır be kardeşim. O ilişkiler hep benim üzerimden yaşandı ve hepsi de bitti.

Bu taktikler, stratejiler cüzdanda her an hazır bulundurulan prezervatifler gibi geliyor bana. Her an her şeye hazır olma durumu. Oyunu kurup karşındakini de buna adapte etmeye çalışma hikayesi. Aşkı plastik bir torbaya koyup elinde gezdirmekten farkı yok. Oyun bile olacaksa aşk, Shakespeare'vari bir tiyatro oyunu olmalı. Parmak uçlarımız değdiğinde şimşekler çakmalı. Ettiğimiz rekabet sadece ilişkinin hayata karşı direncini arttırmak için olmalı.


Oyun kurucu arkadaşlara sesleniyorum; ortadan kaybolduğunuzda esrarengiz olmuyor, sadece sinir bozuyorsunuz. Gereksiz tartışmalar başlattığınızda sınırlarımızı denemiyor aptal bir insan gibi görünüyorsunuz. Aramadığınız zaman evet, telefon bekliyoruz ama sizi neyin kızdırdığını açıp söylemezseniz anlamıyoruz. Çünkü konuşarak çözülemeyecek bir şey yok. Çözemeyeceğinizi düşünüyorsanız buyrun kapı, bu da sapı?

Oyun kurucuların önündeki 7 adam bir anda yok olsa oyunu kurmanın bir anlamı kalmaz. Sahnede tek başına attığın tiradın önemini burada anlayabilirsin işte. Tek başına, kendine rağmen, her şeye rağmen o'nun elini tutabiliyorsan, sınırları görmeye çalışmadan zaten karşındakini kendinden biliyorsan ve bir yerden sonra onu sevmek için o'na ihtiyacın kalmıyorsa o zaman gerçek bir oyun yazabilirsin.

Her sahnede de kabul görür.

17 Şubat 2011 Perşembe

alfa kadınlar

Bu tür kadınlardan az var. İçine kendimi katacak kadar da ukalayım, hiç kusura bakmayın. Efendim şimdi bu alfa kadınlar o alfa erkekleri yer. Çünkü o alfa erkeklerin onlardan çok daha dominant bir anneleri vardır. O adamların alfalığı annelerinin yanında minik bir kuzuya dönüşmeleri ile son bulur. Hakaret olarak kabul etmeyin tabii ama doğanın o eşşiz döngüsü kadınları daha dominant kılar. Öyle olmak zorunda. Hepiniz içimizdesiniz en başta.

Kadınların çoğu aslında güçlü. Gücünün doğru şekilde farkında olan kadın sayısı az sadece. Alfalık farkındalıkla pekiştiği ve zekayla birleştiği zaman ortaya çıkan kadın modeli dünyayı parmağının ucunda tutuyor. Bak, oynatıyor demedim, tutuyor dedim. Dengeli bir biçimde, her anı düzenli kılarak, kendinden yiyerek, öz eleştirinin en babasını yaparak ve en önemlisi sevdiklerine kendinden - etinden - birer parça hediye ederek. Şimdi okuyunca ne güzel di mi? Eşsiz kadın modeli. Evet, eşsiz.. Genelde bu kadınların bir eş'i olmuyor. Tecrübelerimden faydalanarak söylüyorum, sevgili eş adayı erkekler bu tip kadınlardan yandım allah şeklinde kaçıyorlar. Kaçış hemen değil, çünkü ilk başta tıpkı az önce okuduğunuz gibi hissediyor adamlar. Zeki, hiç bir şeyi kaçırmayan, anları değerlendiren, sevgi dolu, deli dolu, her girdiği ortamda kafaları kendine döndüren, çok konuşan, çok sevişen, çok bilen, fikri, eylemi olan, aktivist vs vs... liste böyle uzar.

Öncelikle liste çok uzun diye algı zorluğu oluşuyor. İlk başta zeka meydan okunası geliyor ama sonra yormaya başlıyor.
Hiç bir ayrıntıyı kaçırmaması önceleri işinize geliyor çünkü kahvaltılar hazırlanıyor, yumurtalar en sevdiğiniz gibi pişmiş, Kahve şekersiz, ama az yağlı sütle, yakın arkadaşınızın kız arkadaşıyla kanka oluyor. Sonra? Sonra o çok sevdiğiniz ayrıntıcı kadının en ufak eleştirisinde obsesif damgasını yapıştırıveriyorsunuz. Eleştirir, o kadın eleştirmek için doğmuştur arkadaşım, senin iyiliğinedir o obsesyon, dinlesen adam olursun...

Bir zaman sonra sevmesin istiyorsunuz, çok bilmesin, çok konuşmasın, hiç okumasın, bir fikri olmasın, hatta sevişmesin bile...
Ama neden?
Bence korkuyorsunuz, önce kendinizden. "Bu kadınla işim olmaz" dediğinizin altında -dikkat edin- "bu kadının bir zaman sonra benimle işi olmaz" korkusu yatıyor olabilir.
Sonra fazla geliyor bu kadar çok ve hızlı data alışverişi. O tür kadınlar hızlı oluyorlar, "çok" oluyorlar.

Sevgili adamlar, anlattığım taraftaysanız, yani böyle bir kadını terkettiyseniz,
çokmuş o kadın size zaten, boşverin. Ha, yeniden bir dikkat edin; terkettim sandığınız kadın tarafından haince gönderilmiş de olabilirsiniz.
En iyisi mi siz bunu da boşverin.

Bir de üstüne üstlük bunların kendileri gibi bir ve/veya iki kankaları oluyor. Hep yanınızda, yanınızda olmasa bile her konunun içinde. Şöyle konuşmalar geçiyor, "kızım biz öyle kadınlarız ki...." güç birliği sinir bozuyor. Çünkü adamların arkadaşlığı kendileri üzerinden olmaz hiç bir zaman, ya PS3 üzerinden, ya maç, ya spor ya da başka birşey. Ama kadın dostuğu hep kadınların kendi üzerinden olur. Buna ihtiyacımız var. Körler sağırlar hali değil, sadece bu şekilde anlaşabildiğimiz için.

Alfa kadınlar zor, biliyorum. Adamı yerler. Ama bilin ki siz adamlardan çok daha önce kendilerini yemiş, kusmuş, bir daha yemiş oluyorlar. Çok canları yanıyor, hatta çoğu açık yara şeklinde geziyorlar zaman zaman. Çok güzel aşık oluyorlar, körkütük, aptal gibi. O laptoplarının en gizli dosyalarında sizin için yazdıkları yüzlerce yazı var. Hiçbirini okutmuyorlar, bilmezsiniz. Kibirli, sinir bozucu görüntülerinin altında, sıskacık omuzlarının üzerindeki başı bir başka omuza dayamak isteği var her zaman. Yüzlerine dokunun, elinizle yüzünü ezberleyin istiyorlar. Anlayan yürür gider burdan..

Ateş topu bu kadınlar,
o yüzden sizin su gibi olmanız lazım.

Su gibi olun, ki
mutlu edelim...
biz söner söner yanarız o sorun değil.

ya yolucam ya kesicem!

İşte böyle kestim saçlarımı. Senelerdir uzun saçlı, bir peri kızı edasıyla gezinirken içimdeki cadı "yetti artık" dedi. Anime karakterler ile fransız hatunları arası bir model olsun istedim. Tek bir şey isteyemiyorum ben. Hep bi'şeyle bi'şey arası olması lazım. Müzik yaparken de böyledi. Bach çalarken mesela, barokla romantik arası bişey çalardım sınavlarda. Eh, iki akım arası 250 yıl kadar olunca tabii hep "eylülde gel canım" dediler, "akıllanırsın belki". Akıllandım mı? -sizce?- Çok güzel akıllı numarası yaparak bitirdim konservatuarı. Oda müziği hocalığı yaparken de çocukların aklını karıştırır dururdum. "Eveeet Schubert çalıyorsunuz ama bakın içinde Mozartlar, Beethovenlar bu müziğin..." zavallı öğrencilerim...

Neyse, saçlarım anime karakterle fransız hatunu arasında bi'yerde durdu gerçekten. En azından ben aynaya bakınca onu görüyorum. İçimdeki cadıyı da mutlu ettim.

Daralmam geçti mi? -sizce?-

Ne tür bir aynaya bakarsan bak içini bir tek yastık yüzünde görebiliyorsun. Geriye doğru düşünüp sabah olunca da ileri doğru hareket etmeye çalışıyorsun. Benim için en zoru bu. Çünkü yakamı bırakmayan geçmişten gelen kuruntularım var. Koşu bandında koşarken kalp krizi geçireceğime inanıp yine de inadına koşuyorum. Bütün hayatım bu örnek üzerinde geçiyor. İnatla yaşıyorum. Hep ölecekmiş gibi çok korkuyorum ama inadına sonuna kadar da gözümü açık tutuyorum. ölmekle yaşamak arası... hep bi'şeyle bi'şey arası

Bence,
anlamadan geçelim,
ya yolalım
ya keselim...