25 Şubat 2011 Cuma

limbo

saat 00:16. Bazılarınız çoktan uyudu bile, bazılarınız ise akşam yemeğini sindireli epey oldu. Bazılarınız ise benim gibi henüz geldiniz işten eve, bazılarınız ise hala çalışıyor.

Bugün koskocaman bir İstanbul turu yaptım. Teşvikiye - Ümraniye - Maslak. 14 saattir çalışıyorum son hızla. Aslında 19 yaşımdan beri çalışıyorum. Yapmadığım pek bir iş kalmadı. Çevrem için absürd sayılacak meslekler dışında garsonluktan, barmaidliğe, öğretmenlikten, çalgıcılığa, festivalden, tiyatroya kadar ne bulursam, nerede iş bulursam çalıştım. Öyle yetiştirildim çünkü. Gece çıkmam hoş karşılanmazdı ama iş varsa sabah da dönebilirdim eve. O yüzden çalışmanın özgürlük sağladığını öğrendiğim andan itibaren her zaman bir işim oldu. Bizimkiler de hayatları boyunca çalıştıklarından hep boynunda ev anahtarıyla gezen lanetli çocuklardan oldum. Her doktor çocuğu gibi kendi kendimi iyileştirmeyi öğrendim. Tek çocuk olmanın bütün yalnızlığını kocaman bir evde yaşadım, çok da sıkılmadan. Aileden gelen kocaman bir hırsla paraya da ihtiyacım yokken çalışmaya başladım.

Neredeyse 20 sene olmuş... Bu akşam ilk defa yoruldum.

Toplantıya yetişmeye çalışırken her şey ilk defa anlamsızlaştı. Çok önemli bir toplantıydı,
kariyerimin belki de en iyi işini çıkarıyordum. Dikkatlice hazırlandığım toplantının notlarını takside son kez gözden geçirirken nefes alamamaya başladım. Eski bir anksiyete hastası olduğumdan bu rezalet hissi tanırım. "Hoşgeldin nefes darlığı" diyerek pencereyi açtım. Hava buz gibi, yağmur değil garip bir toz yağıyor. Pencereyi kapattım arkama yaslandım ve adım adım giden trafiğin içinden içime dönerek çıkmaya çalıştım.

Gerçek bu muydu?

Kafası etrafındakilere göre biraz daha farklı çalışan biri olarak gerçek nedir pek bilmem. Öyle rüyalar görürüm ki mesela tamamen gerçekliğin tam da ortasında olduğumu bilirim. Gerçek elimizle tuttuğumuz gözümüzle gördüğümüz olmayabilir benim için. 3 boyutlu bu dünyayı kabul ederim etmesine ama benim için bu kadarla kalmaz, kalamaz hayat. O taksideki an gerçek değilse neden bu kadar yoruyordum kendimi? Eğer gerçekse o daha fena! Sıkışmışlık hissi, iki paralel boyut arasında kalmışlık hissiydi nefesimi kesen.

Peki ne istiyordum ben?

Kendi görüntüm -gördüğüm- aslında Van Gogh tablolarının içinde olmak. Sapsarı, orantısız bir nesneye dönüşmek istiyorum. Ve durmak... Durunca ne yapacağımı düşünmeden, hiç düşünmeden bir an geçirmek istiyorum. Ben hep düşünüyorum, çoğu meseleyi uykumda çözüyorum. Hep bir fikirle uyanıyorum. Çalışmak değil beni yoran zihnim, karamaşık belki de hastalıklı bakamayış açım. Kopamıyorum, kalamıyorum, gidemiyorum, gelemiyorum ama hep ilerliyorum.. Çok saçma.. Ben sadece nesne olmak istiyorum. Egosuz, hırssız, estetik kaygısından uzak, oraya öylesine konulmuş gibi durmak...

Yani en dipte hiç olmamak istiyorum. Boşluğumda olmamak...

Deli saçması yazımı okuduğunuz için teşekkür ederim..

22 Şubat 2011 Salı

seni seviyorum, farkında mısın?


Mısra. Hayatımdaki en önemli karakter. İrem'in kızı, daha 3 buçuk yaşında. Bu sabah bakıcısıyla şöyle kavga ediyordu,

- Defne hala neden uyanmadı?
- Defne denmez Mısra'cım, Defne Teyze demen gerek
- Yaaaa nedeeeeen? Annem hep Defne diyo onaaaa
- Ama o anne, onlar yaşıt, sen teyze demelisin
- Hayır! Defne dicem! o benim ennnnn yakın arkadaşım!

Gülümseyerek açtım gözümü. "Kuka!" (benim ona taktığım ad) diye bağırdım. 5 saniye sonra üzerimde 17 kilo ekstra bir ağırlık bütün vücuduma eşit oranda öpücükleriyle mutluluk dağıtıyordu.

-Defneeee, seni çok seviyorum, farkında mısın?

Böyle olmalıydı bütün iletişimimiz. Herkes farkında olmalıydı biri tarafından sevilmenin. 3 buçuk yaşında gibi sevmeliydik birbirimizi. Huzur vermeliydik, haddimizi bilmeliydik. Olmadı olamadı, birbirimizle bitmedi derdimiz.

Eğitmenlik yaptığım beş sene boyunca ilkokul çağındaki çocuklardan öğrendim ne öğrendimse. 6 yaşında sınıfa ilk girdiklerinde yaşadıkları paniği, "ee şimdi ben kimden süt isticem" karmaşasını, sınıftaki tek büyüğe duydukları sevgiyi, ihtiyacı, koşulsuz güveni gördükçe ne biliyorsam acilen unutup, onlarla yeniden öğrenmeye çalıştım. Öğrenmedeki hızlarına yetişmek mümkün olmuyordu. Nedeni yine koşulsuz sevgilerinden kaynaklanıyordu. Büyük bir ciddiyetle dinleyip, lisedeki abilerinin soramayacağı kadar zekice sorular sorup, dersin sonlarına doğru "biz sıkıldık bitir artık" diyebilecek kadar dürüst olabiliyorladı. Kucağımda büyüdüler hepsi. Şimdiyse lise son, üniversite öğrencisi oldular. Artık o kadar saf değiller, sevgilileri var kasıp duruyorlar kendilerini. Oyunlar, taktikler, aşk acıları. Bitmiyor dertleri.

Maalesef yetişkin oldular.

Ama bana o kadar iyi geldiler ki. Her zaman her şeye evet demeye teşne karakterim, gerektiğinde hayır demeyi öğrendi onların sayesinde. Etrafımda kimsenin olmadığı kadar net ve açık konuşur oldum. Çünkü net olmak çok kolaydı. Söyleyeceğinizi söylüyordunuz ve bitiyordu. "Ödevini neden bitirmedin'"in cevabı çok rahatlıkla "top oynadım" olabiliyordu. Gayet net işte! Çocuğun canı top oynamak istemiş. Bundan daha güzel sebep mi olur? Bu her ne kadar bana ekstra 1 saat çalışma demek olsa da etüde kalmayı da göze almış. Hiç kırmadım netliklerini, korkutmadım ki yalan söylemesinler. "Tamam o zaman ben de top oynicam, derse gelmicem" dediğimde kıkır kıkır gülerek "sen top oynayamazsın" diye bağırdılar. O dersin son 1 saati bahçede maç yaptık. İnanın en çok ben eğlendim. Sonraki saat müdürün odasında kavga ediyordum ama olsun.

O yüzdendir ki bütün çocukların en yakın arkadaşı olurum. Çünkü onlara ihtiyacım var. Siz yetişkinlerin yanında sıkılıyorum bir zaman sonra. Sizinle paylaştığımız her şey bu dünyanın halleri oluyor çoğunlukla. Halbuki benim saçma sapan çığlık atıp gülmeye, barbi bebeklerin saçlarını yıkamaya, boyama kitaplarına, masal kitaplarına, dibi olmayan hayal dünyamın içine dalmaya ihtiyacım var. O dünyada keşfedilmemiş adalar, hiç bulunmamış hazineler, birbirlerine kavuşmuş prens ve prensesler, rengarenk balonlar, bir sürü öpücük ve kahkaha var.

O 17 kilonun içinde kocaman bir dünya var, gez gez bitmiyor.

O beni 3 buçuk yaşındaymışım gibi seviyor, farkındayım.

19 Şubat 2011 Cumartesi

shoot me down



Hiç bir şarkıyı içinizden söyleyerek uyandığınız oldu mu? Şarkının sözlerini söylerken uyanıp elinizi -gözünüzü bile açmadan daha- i pod'unuza attığınız zamanlar var mı? içinizde bir kişiyle daha uyandığınız sabahlar? o şarkıyı ikinizin şarkısı ilan ettiğiniz oldu mu hiç?

Bu sabah öyle uyandım, içimde bir kişiyle, kendisi ölü. Hiç çocuğu olmadı, ben tektim o yüzden. Yaşadığı sürece bunun bütün nimetlerinden yararlandım. İlk içkimi onunla içtim. Karısı terkettiği günden itibaren ki bu benim 16 yaşıma denk gelir geceleri tek dans partneri bendim. Okuduğum kitaplardan, çaldığım enstrumanın arşesine kadar herşeyi düşünür, en sevdiğim parfümü bilir, en ufak hareketimi bile kaçırmazdı. Okuldan mezun olurken bestelediğim eser çalındıktan sonra ayağa fırlayıp kocaman sesiyle "BRAVO" diye bağırıp herkesi korkutan yine o'ydu.

Ergenliğime dokunabilen bir tek o oldu. Asla güzel bir kız olmadım o yaşlarda. Güzelliğin ve estetiğin bambaşka bir bakışla ilgisi olduğuna beni ikna eden insandı. Baktığım aynaları değiştirdi. Giyimimle dalga geçmeyen, arıza yanlarımı daha çok seven ve o zamanlar için en önemlisi konuşabildiğim tek insandı. Beni bir yere getirdi ve o getirdiği yerle hep gurur duydum. Eğer o olmasaydı evden kaçıp İzmir'e yerleşemezdim. O olmasaydı büyüyemezdim. O olmasaydı beni kendimden koruyacak kimse yoktu. Bugün özgüvenim varsa onun harika bir ebeveyn olmasından dolayıdır.

Çok güzel ıslık çalardı, eline aldığı her şeyi çalardı ya. Müzisyen olmamın tek sebebiydi. O kocaman bir devdi. Kalbi kalbimin üzerineydi.


Nick Cave dinler miydi hatırlamıyorum ama, bence severdi.

Artık hiç rüyamda görmüyorum onu. Öleli 14 sene oldu. Ama böyle sabahlarda içimde onunla uyanıyorum hep ıslıkla bir şarkı çalıyor. Bu sabah Nick Cave'den shoot me down ile uyandık. Hala ağlamamın sebebi onun kadar hiç kimseyi özlemediğimden ve 36 yaşında hala ona çok ihtiyaç duyuyor olmamdandır.

Boyu tanıdığım en uzun insandı. Annemin kardeşi, babamın en yakın arkadaşıydı. Bizimkilerle en büyük kavgasını benim için verdi. "Bırakın" dedi "ona hiç bir şey olmaz bu hayatta! Siz sadece nefes almasına izin verin!"
Beni, o zaman yaşadığım şehirden yanına yetişene kadar yoğun bakımda son nefesini tutarak bekledi.

O günden sonra ben pek ısınamadım hayata.






18 Şubat 2011 Cuma

quarterback

quarterback : amerikan futbolunda oyunu kuran kişinin mevkisi. bu mevkideki oyuncuyu korumak için önünde 7 kişilik bir guard oyuncu ekibi bulunur. En yetenekli oyuncular quarterback olarak iş görürler.

Doğru kurulmuş stratejiler hayatımızı kolaylaştırır. Özellikle iş yaşantısında başarıyı sağlar. Geliştirdiğin her taktik rekabet ortamında seni diğerlerinden bir adım öne çıkartır. Harika bir şeydir. Zeka ve sabır ürünüdür. Sonunda aldığın haz hiç bi'şeye değişilmez.

Hayatın tümünü böyle yaşayanlara geliyor bu yazı.

En yakın dostlarımdan biri olan İrem'le (kendisinin adını sık sık duyacaksınız) bugün bunun üzerine konuşuyorduk. Taktikler ve stratejiler üzerine. Bir çok insanın hayatını bir oyun üzerine kurduğundan bahsediyorduk. "Ben", dedim "çok aptalım bu konuda. Belki senelerce müzik okuduğumdan bu tarafım hiç gelişmedi." Okulda bizi romantik ruh hastaları olarak yetiştirdiler çünkü. Belki bu yüzden hiç taktik bilmem, karşımda biraz güvendiğim biri varsa hep ona inanma taraftarıyımdır. Özellikle ikili ilişkilerdeki taktik konusunda gerçekten acınacak kadar berbatım. Hiç bir ilişkimi bir oyun olarak göremedim. Hani şöyledir ya; "o aramıyorsa sen de ortadan kaybol!" Ya da "bak arama şimdi sen bi kaç gün o seni nasıl arayacak!" Arkadaşım, olmuyor, yapıma ters. Ben ne yapılmasın denirse onu yapmak isteyen biriyim. Hayatta tatlı sevmem, sporda yağ ölçümümü yaptıktan sonra birlike çalıştığım Cem Hoca "Defne şekeri kesiyoruz" dediği andan beri krem karamelden başka bi şey düşünemiyorum. Kız arkadaşlarımdan biri ne zaman "arama" diye bir komut verse ben onu aramak isterim. Üstelik aramak istemediğim halde. Pavlov'un köpeği gibiyim anasını satiim. Yapma denilen herşeyi yapmak istiyorum. Bu yüzden o taktiklerin hiç bi tanesini yapamıyorum.

İrem telefonundan yüzünü hiç kaldırmadan;

"boşver, oyun kurucular eğer oyun doğru gitmezse takımda en çok yüklenilen insan olurlar. Çok aptal durumlara düşerler taktikleri yüzünden." dedi.

Bir anda kafamda ikili ilişkilerini böyle yaşayan insanların düştükleri acınası durumlar canlandı. Aslında galiba aptal olan ben değil, sonradan düştükleri durumdan dolayı onlardı.

20'li yaşlarımdayken çok özenirdim o tip insanlara. Sevgilileri kafalarını mı kızdırdı? Hoooop! "arama!" moduna geçerlerdi. Tuşlarına basılmış gibi günlerce. Ne telefon ne bi'şey. Üstüne üstlük adam geri arayınca da açmazlardı. Yahu adam aramış işte açsana telefonu. Ama bu arada evde bana ağlanıyor. Adama kızmışsın, ya da kızmamışsın sınır deniyorsun, peki. Ama benim suçum ne? Yakın arkadaş kontenjanından gol yiyorum! Sürekli ondan bahsediliyor, içiliyor, konu yine aynı, sarhoş olunup ağlanmaya başlanıyor. Biraz eğlensin diye dışarı çıkıyoruz, başka adamlara kur yapılıyor sarhoş inadından. Tam öpüşmelerine yakın aralarına giriyorsun, "merhabaaaa bizim eve gitmemiz lazım" diyerekten. Adam seni dövmek istiyor. Taksiye atıp eve götürürken hem ruj sürüyor, hem ağlıyor. Bitmiyor, bitmiyor... Ertesi gün telefon çalıyor. E aç artık? I ıh! ne hırstır, ne sabırdır be kardeşim. O ilişkiler hep benim üzerimden yaşandı ve hepsi de bitti.

Bu taktikler, stratejiler cüzdanda her an hazır bulundurulan prezervatifler gibi geliyor bana. Her an her şeye hazır olma durumu. Oyunu kurup karşındakini de buna adapte etmeye çalışma hikayesi. Aşkı plastik bir torbaya koyup elinde gezdirmekten farkı yok. Oyun bile olacaksa aşk, Shakespeare'vari bir tiyatro oyunu olmalı. Parmak uçlarımız değdiğinde şimşekler çakmalı. Ettiğimiz rekabet sadece ilişkinin hayata karşı direncini arttırmak için olmalı.


Oyun kurucu arkadaşlara sesleniyorum; ortadan kaybolduğunuzda esrarengiz olmuyor, sadece sinir bozuyorsunuz. Gereksiz tartışmalar başlattığınızda sınırlarımızı denemiyor aptal bir insan gibi görünüyorsunuz. Aramadığınız zaman evet, telefon bekliyoruz ama sizi neyin kızdırdığını açıp söylemezseniz anlamıyoruz. Çünkü konuşarak çözülemeyecek bir şey yok. Çözemeyeceğinizi düşünüyorsanız buyrun kapı, bu da sapı?

Oyun kurucuların önündeki 7 adam bir anda yok olsa oyunu kurmanın bir anlamı kalmaz. Sahnede tek başına attığın tiradın önemini burada anlayabilirsin işte. Tek başına, kendine rağmen, her şeye rağmen o'nun elini tutabiliyorsan, sınırları görmeye çalışmadan zaten karşındakini kendinden biliyorsan ve bir yerden sonra onu sevmek için o'na ihtiyacın kalmıyorsa o zaman gerçek bir oyun yazabilirsin.

Her sahnede de kabul görür.

17 Şubat 2011 Perşembe

alfa kadınlar

Bu tür kadınlardan az var. İçine kendimi katacak kadar da ukalayım, hiç kusura bakmayın. Efendim şimdi bu alfa kadınlar o alfa erkekleri yer. Çünkü o alfa erkeklerin onlardan çok daha dominant bir anneleri vardır. O adamların alfalığı annelerinin yanında minik bir kuzuya dönüşmeleri ile son bulur. Hakaret olarak kabul etmeyin tabii ama doğanın o eşşiz döngüsü kadınları daha dominant kılar. Öyle olmak zorunda. Hepiniz içimizdesiniz en başta.

Kadınların çoğu aslında güçlü. Gücünün doğru şekilde farkında olan kadın sayısı az sadece. Alfalık farkındalıkla pekiştiği ve zekayla birleştiği zaman ortaya çıkan kadın modeli dünyayı parmağının ucunda tutuyor. Bak, oynatıyor demedim, tutuyor dedim. Dengeli bir biçimde, her anı düzenli kılarak, kendinden yiyerek, öz eleştirinin en babasını yaparak ve en önemlisi sevdiklerine kendinden - etinden - birer parça hediye ederek. Şimdi okuyunca ne güzel di mi? Eşsiz kadın modeli. Evet, eşsiz.. Genelde bu kadınların bir eş'i olmuyor. Tecrübelerimden faydalanarak söylüyorum, sevgili eş adayı erkekler bu tip kadınlardan yandım allah şeklinde kaçıyorlar. Kaçış hemen değil, çünkü ilk başta tıpkı az önce okuduğunuz gibi hissediyor adamlar. Zeki, hiç bir şeyi kaçırmayan, anları değerlendiren, sevgi dolu, deli dolu, her girdiği ortamda kafaları kendine döndüren, çok konuşan, çok sevişen, çok bilen, fikri, eylemi olan, aktivist vs vs... liste böyle uzar.

Öncelikle liste çok uzun diye algı zorluğu oluşuyor. İlk başta zeka meydan okunası geliyor ama sonra yormaya başlıyor.
Hiç bir ayrıntıyı kaçırmaması önceleri işinize geliyor çünkü kahvaltılar hazırlanıyor, yumurtalar en sevdiğiniz gibi pişmiş, Kahve şekersiz, ama az yağlı sütle, yakın arkadaşınızın kız arkadaşıyla kanka oluyor. Sonra? Sonra o çok sevdiğiniz ayrıntıcı kadının en ufak eleştirisinde obsesif damgasını yapıştırıveriyorsunuz. Eleştirir, o kadın eleştirmek için doğmuştur arkadaşım, senin iyiliğinedir o obsesyon, dinlesen adam olursun...

Bir zaman sonra sevmesin istiyorsunuz, çok bilmesin, çok konuşmasın, hiç okumasın, bir fikri olmasın, hatta sevişmesin bile...
Ama neden?
Bence korkuyorsunuz, önce kendinizden. "Bu kadınla işim olmaz" dediğinizin altında -dikkat edin- "bu kadının bir zaman sonra benimle işi olmaz" korkusu yatıyor olabilir.
Sonra fazla geliyor bu kadar çok ve hızlı data alışverişi. O tür kadınlar hızlı oluyorlar, "çok" oluyorlar.

Sevgili adamlar, anlattığım taraftaysanız, yani böyle bir kadını terkettiyseniz,
çokmuş o kadın size zaten, boşverin. Ha, yeniden bir dikkat edin; terkettim sandığınız kadın tarafından haince gönderilmiş de olabilirsiniz.
En iyisi mi siz bunu da boşverin.

Bir de üstüne üstlük bunların kendileri gibi bir ve/veya iki kankaları oluyor. Hep yanınızda, yanınızda olmasa bile her konunun içinde. Şöyle konuşmalar geçiyor, "kızım biz öyle kadınlarız ki...." güç birliği sinir bozuyor. Çünkü adamların arkadaşlığı kendileri üzerinden olmaz hiç bir zaman, ya PS3 üzerinden, ya maç, ya spor ya da başka birşey. Ama kadın dostuğu hep kadınların kendi üzerinden olur. Buna ihtiyacımız var. Körler sağırlar hali değil, sadece bu şekilde anlaşabildiğimiz için.

Alfa kadınlar zor, biliyorum. Adamı yerler. Ama bilin ki siz adamlardan çok daha önce kendilerini yemiş, kusmuş, bir daha yemiş oluyorlar. Çok canları yanıyor, hatta çoğu açık yara şeklinde geziyorlar zaman zaman. Çok güzel aşık oluyorlar, körkütük, aptal gibi. O laptoplarının en gizli dosyalarında sizin için yazdıkları yüzlerce yazı var. Hiçbirini okutmuyorlar, bilmezsiniz. Kibirli, sinir bozucu görüntülerinin altında, sıskacık omuzlarının üzerindeki başı bir başka omuza dayamak isteği var her zaman. Yüzlerine dokunun, elinizle yüzünü ezberleyin istiyorlar. Anlayan yürür gider burdan..

Ateş topu bu kadınlar,
o yüzden sizin su gibi olmanız lazım.

Su gibi olun, ki
mutlu edelim...
biz söner söner yanarız o sorun değil.

ya yolucam ya kesicem!

İşte böyle kestim saçlarımı. Senelerdir uzun saçlı, bir peri kızı edasıyla gezinirken içimdeki cadı "yetti artık" dedi. Anime karakterler ile fransız hatunları arası bir model olsun istedim. Tek bir şey isteyemiyorum ben. Hep bi'şeyle bi'şey arası olması lazım. Müzik yaparken de böyledi. Bach çalarken mesela, barokla romantik arası bişey çalardım sınavlarda. Eh, iki akım arası 250 yıl kadar olunca tabii hep "eylülde gel canım" dediler, "akıllanırsın belki". Akıllandım mı? -sizce?- Çok güzel akıllı numarası yaparak bitirdim konservatuarı. Oda müziği hocalığı yaparken de çocukların aklını karıştırır dururdum. "Eveeet Schubert çalıyorsunuz ama bakın içinde Mozartlar, Beethovenlar bu müziğin..." zavallı öğrencilerim...

Neyse, saçlarım anime karakterle fransız hatunu arasında bi'yerde durdu gerçekten. En azından ben aynaya bakınca onu görüyorum. İçimdeki cadıyı da mutlu ettim.

Daralmam geçti mi? -sizce?-

Ne tür bir aynaya bakarsan bak içini bir tek yastık yüzünde görebiliyorsun. Geriye doğru düşünüp sabah olunca da ileri doğru hareket etmeye çalışıyorsun. Benim için en zoru bu. Çünkü yakamı bırakmayan geçmişten gelen kuruntularım var. Koşu bandında koşarken kalp krizi geçireceğime inanıp yine de inadına koşuyorum. Bütün hayatım bu örnek üzerinde geçiyor. İnatla yaşıyorum. Hep ölecekmiş gibi çok korkuyorum ama inadına sonuna kadar da gözümü açık tutuyorum. ölmekle yaşamak arası... hep bi'şeyle bi'şey arası

Bence,
anlamadan geçelim,
ya yolalım
ya keselim...