Sindirmem gerek!
Bütün dünyayı yemişim gibi.
Atılan golleri, attığım golleri, zamanla alışkanlık haline gelmiş kayıpları.
Etimden kopan parçaları, dişlerimle kopardığım etleri.
İnsan taklidi yapan adamları, o adamların yalanlarını, yalanmalarini..
Adam taklidi yapan içimdeki kadını.
Adam taklidi yapan o adamı.
Yemediğim dayakları, at(a)madığım tokatları.
Doguramadığım çocukları, düşen cocuk parçalarını..
Yalancı çobanları, üvey kızkardeşleri..
Bütün dünyayı yemişim gibi
kusup, yiyip,
sindirmem gerek.
(yas dolayısı ile kapaliyim.)
26 Temmuz 2012 Perşembe
20 Temmuz 2012 Cuma
kör
Paul Auster ile garip bir ilişkimiz var;
bazen sinir oluyorum yazdıklarına. Beynimle dilim arasında sıkışıp kalmış
şeyleri yazıyor çoğu zaman. İlk okuduğumda içime önce bir sıkıntı basıyor,
anlamıyorum çünkü. Hemen çevirmene çamur atasım geliyor, "Kardeşim
çevirememişsin işte kitabı! Böyle mi olur bu iş?" diye ama o da koskocaman
çevirmen, sonra onun çevirdiğini okuyan kocaman editör var. Demek ki gabi olan
benim. Sonra kapatıyorum kitabı, olmayacak bu iş!
Görerek anlayabildiğiniz bir yazar değil
Auster. Amiyane tabiri ile "kafasının gelmesi" lazım. Onun
yazdıklarını okumak için özel bir çaba sarfederseniz yapacağınız son hareket
kitabı kapatıp sehpanın üzerine koymak ve TV'de Allah ne verdiyse seyretmek. Allah
ne verdiyse burada önemli; çünkü okuyup da o an anlamadığınız satırlar
bilgisayarda kapatmadığınız programlar misali alt beyninizde dönüp duruyor. O
yüzden Allah ne verdiyse seyretmek istiyorsunuz ki beyniniz okuduklarınızla
rahatça ilgilenebilsin. Yıllarca Paul Amca ile aramdaki ilişkinin bir çatışmaya
dönüştüğünü merak ederken "Son Şeyler Ülkesinde" romanının bir
bölümünde anlayıverdim. Şöyle yazıyordu;
"Çevrede
görülen her şey insanı yaralayabiliyor, insanı küçültebiliyor. Bir şeyi
görmekle, yalnızca görmekle, bir parçanı kaybediyorsun sanki. Çoğu kez, bakmanın
tehlikeli olabileceğini seziyor, gözlerini kaçırmak
hatta sımsıkı yummak eğilimini gösteriyorsun. O yüzden de şaşkınlığa kapılmak,
baktığın şeyi gerçekten görüp görmediğini kestirememek ya da gördüğünü başka
bir şeyle karıştırmak, ya da daha önce gördüğün -hatta düşlediğin- bir şeyi anımsadığını
sanarak bocalamak çok kolay. Bu işin ne kadar karmaşık olduğunu anlayabilir
misin? Herhangi bir şeye bakıp, “Ben şuna bakıyorum,” demek yetmez.
Gözünün önünde
duran şey bir kalem ya da bir parça ekmek kabuğuysa bu olabilir belki. Ama ölü
bir çocuğa, başı ezilmiş ve kana bulanmış olan, sokakta çırılçıplak yatan küçük
bir kıza baktığını fark edince ne yapacaksın? O zaman ne diyeceksin? Hiç kem küm
etmeden, dümdüz bir sesle,
“Ölü bir çocuğa
bakıyorum,” diyebilmek kolay değil. Beyin sözcükleri biçimlendirmemekte
diretiyor. Yapamıyorsun nedense. Çünkü gözünün önündeki şey kolayca içinden sıyrılabileceğin,
kendinden ayrı tutabileceğin bir şey değil.
Yaralanmak
dediğim zaman bunu anlatmak istemiştim. Bakıp geçemiyorsun, çünkü gördüklerin
-nedense- senin bir parçan, içinde gelişen öykünün bir bölümü oluyor. Hiçbir şeyden
etkilenmeyecek kadar katılaşmak iyi olurdu herhalde. Ancak o zaman da
insanlardan büsbütün kopar ve öyle bir yalnızlığa kapılırsın ki hayat katlanılmaz
duruma gelir. Bunu yapmayı başaranlar, kendilerini birer canavar haline sokacak
gücü kendinde bulanlar da var. Ama sayılarının ne kadar az olduğunu bilsen şaşarsın. Ya da şöyle diyeyim: Hepimiz canavarlaştık ama yüreğinde bir zamanlar yaşadığı
hayatın bir kırıntısını taşımayanımız yok gibi."
Neyin yanlış gittiğini anladım işte! Yazılanları sadece okumaya çalışmak beyhude bir eylem. Onun yazdıklarını okumaktan çok hissetmek
gerekiyor. “Being John Malkovich” filmindeki gibi yazarın zihnine girmek, o
anki ruh hali ile bir empati kurmak gerekiyor. Her yazar için gerekli değil bu çaba, nasıl bazı olayları anlamak, hazmetmek için bunun gibi
özel bir çaba harcamak gerekiyorsa bazen bir kitap, film veya yazar için de
gerekiyor. Aksi takdirde anlamıyorsunuz. Anlamayınca sıkılıyor, sıkıldıkça
uzaklaşıyor, uzaklaştıkça en insan olmamız gereken yerde yeller esiyor.
Bize
benzemeyen insanlar, çocuğumuza benzemeyen
çocuklar, her gün başımıza gelmeyen
olaylarla dolu etrafımız. İnsanoğlu -doğası gereği- kendine benzetemediği her şeyi ötekileştirmek
istiyor. Ötekileştirmenin
sonucunda ortaya çıkan sonuç çoğu zaman
umursamazlık, görmezden gelme ve -korkunç olanı- şiddet oluyor. Dünya tarihinde bunun gibi birçok örnek var. Savaşlar, direnişler hep bu
"ötekileştirme"nin
sonucu. Çoğu zaman sadece
öylece bakıyoruz olaylara, bırak hissetmeyi görmüyoruz bile. Otizmli bir çocuğun hayal dünyasını, zihninin çalışma şeklini anlamaya
çalışmıyoruz. Bir erkeğin içindeki kadının ortaya çıkışından, bir kadının içindeki erkeği keşfetmesinden ve
bunu sahiplenip kimliği olarak kabul
etmesinden -anlamaya çalışmayı geçtim-
"şiddetli" bir biçimde korkuyoruz.
Aslında hiçbir
şey için gerçekten çabalamıyoruz. Kendimiz için
bile elle tutulur bir çabamız yok. Ağzımızı açıyoruz sadece, küçük yavru kuşlar gibi o gün "büyük abiler" ağzımıza ne bırakırsa onu yiyoruz. Çiğnemeden, öylece yutuyoruz. İçimizden birkaçı çabalıyorsa da ya bununla alay ediyoruz ya da hemen
onu da "öteki"lerin yanına koyuyoruz.
Biliyor
musunuz, dünya kadar korkuyoruz!
Sonra ne
oluyor? Ver elini Prozac nesli!
Paul Auster'ın
"Kış Günlüğü" adlı otobiyografisinde anlattığı gibi (dedim ya; ben düşünüyorum, o yazıyor),
benim için işin en kafa karıştıran yanı şu; bütün bir
yaşam boyunca vücudumuzda yardım almadan göremediğimiz tek bölge yüzümüz. Ellerimizi, ayaklarımızı, hatta biraz
zorlarsak kıçımızı bile görebiliyoruz da; başkaları için en tanıdık olan, kimliğimizi oluşturan yüzümüzü
asla göremiyoruz. Ne kadar tanıdığız yüzümüze? Bu açıdan bakarsak gerçekten biliyor muyuz kendimizi?
Göremediğimiz yüzümüzün
görebildiğimiz başka yüzlerden daha değerli,
daha tanıdık olduğuna nasıl karar veriyoruz? Güzel-çirkin
kavramından yola çıkarsak; kendimizin güzel, "öteki"nin çirkin olduğunu
nasıl anlıyoruz? Bütün bir yaşam boyu gerçek anlamda görmediğimiz bir yüz nasıl
kimliğimizin en önemli parçası haline geliyor?
Görebilmek için hep
başka yüzlere ihtiyaç var. "Öteki"nin yüzü seninkinden farklı değil.
Hem sen kimsin daha onu bilmiyorsun ki daha doğru dürüst.
Ayna, insan olmak
adına doğru bir çaba değil. Gerekmedikçe kullanmayınız.
12 Temmuz 2012 Perşembe
yeniyıl istek listesi
daha çok var, biliyorum. ama zaman muhakemesi güçlü bir insan değilim, ayrıca da banane.
- uzay gemisi (her sene bir tane istiyorum. lütfen bu sefer olsun)
- daha az akıl, daha çok fikir
- ıslıkla da çalınabilen bütün sene seveceğim bir adet şarkı
- kırmızı pazar çantası (bulamıyorum.)
- üzgün surat, gülen surat (eşit ağırlıkta olabilirler)
- iç dünya için çalı süpürgesi
- uzay gemisi (bi' daha istersem belki olur?)
- kalp çarpıntısı (güzelinden)
- yapılacak bir sürü hata
- hataları düzeltecek bir sürü formül
- el tutuşması
- daha çok masal
- daha az uyumak
- kafa karışıklığı için kalın dişli tarak
- bir sürü rengarenk yumak (örgü için)
- ananemin evi gibi kokan pudra
- çocukluğumdan daha çok anı
- daha çok rüya (az uykuyla gelsin)
- uzay gemisi (kesin bu sene olcak bu iş!)
- uzay gemisi (her sene bir tane istiyorum. lütfen bu sefer olsun)
- daha az akıl, daha çok fikir
- ıslıkla da çalınabilen bütün sene seveceğim bir adet şarkı
- kırmızı pazar çantası (bulamıyorum.)
- üzgün surat, gülen surat (eşit ağırlıkta olabilirler)
- iç dünya için çalı süpürgesi
- uzay gemisi (bi' daha istersem belki olur?)
- kalp çarpıntısı (güzelinden)
- yapılacak bir sürü hata
- hataları düzeltecek bir sürü formül
- el tutuşması
- daha çok masal
- daha az uyumak
- kafa karışıklığı için kalın dişli tarak
- bir sürü rengarenk yumak (örgü için)
- ananemin evi gibi kokan pudra
- çocukluğumdan daha çok anı
- daha çok rüya (az uykuyla gelsin)
- uzay gemisi (kesin bu sene olcak bu iş!)
11 Temmuz 2012 Çarşamba
kıyısında
Bir yerin kıyısında durma eylemi, durduğunuz yerin yüksekliğine göre eğlenceli, romantik veya trajiktir.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)