9 Ağustos 2012 Perşembe

yol(luk)


-Peki sen nasılsın?
 O kadar şaşırdım ki bu soruya. Hayatım değişiyordu, sevdiğim, hayatımı senelerce paylaştığım adam gitmeye karar vermişti. Hayatında ilk defa büyük bir karar vermişti ve o da gitmekti. Evi terk ediyordum, kedileri bölüşüyorduk. Bana bir şeyler oluyordu! Bütün bunlar olurken en yakın arkadaşlar, aile fertleri, etrafımdaki herkes kişilere değil olaya yoğunlaştı. Kocaman ağızlar görüyordum etrafımda. Sürekli konuşan beyaz dişler, sigaradan sararmış dişler, yemek artığı kalmış dişler. Isırmıyorlardı, niyetleri iyiydi ama o güzel dudaklarından akan sesler yüzünden beynim zonkluyordu.
-Bence hemen ayrılın!
-Yapmayın, seneleriniz geçti. Hem, toplar belki? Hı?
- Belliydi zaten tatlım, zamanla ikiniz de daha iyi olursunuz.
Beynim zonklamıyordu yahu! Beynim akmıştı benim.
-Peki, sen nasılsın?
20 yıl sonra çocukluğumdan çıkıp gelmiş, hiç kimsenin aklına gelmeyen soruyu sormuştu, bir kerede hem de! Gözüm doldu; hep sağ gözüm daha çabuk ağlamak istiyor. Sol göz daha metanetli. İlk düşündüğüm bu oldu. "Sağ gözüm neden daha çabuk doluyor acaba?" Bunu ona söylemedim. Ağlamadım da.
“Çok endişeliyim” dedim. “Sanki üzerime tavan yıkılacakmış da altında kalacakmışım gibi bir endişe bu. Ya son nefesi o yıkıntıların altında verirsem?  Ha, bir de neden depresyonda değilim ben? En çok bundan korkuyorum.”
Koza gibidir benim depresyonlarım, sarar sarmalar beni. Yumuşacıktır, ucu keskindir ama. Hiç uyuşmam mesela ben depresyondayken. Tam tersine, cam kırığı gibi olur zihnim. Yanlış bir harekette hiç acımaz keser, kanatır. Uzun da sürer namussuz; haftalarca uyumadan yazabilirim, kitap okuyabilirim öylece durabilirim. Davetsiz misafir diyorum ben kendisine, ne zaman gelip ne zaman gideceği pek belli olmaz. Ama bir gün bir şekilde gider. Giderken her şeyi derli toplu bırakır. Depresyon çıkışları yorucu ama temizdir. Hiçbir şeyi toplamak zorunda kalmam.
Ama bu sefer? Yok, gelmedi işte. Hâlbuki tam da şimdi ihtiyacım var kendisine. Bu zamanda depresyona girilmeyecek de ne zaman girilecek ulan!
-Belki de bir önceki kozandan daha bir değişik çıkmışsındır. Belki de böyle durumlarla başka bir şekilde baş etmenin bir yolunu bulmuşsundur son depresyonunda, bilmeden?
Ya, canım benim sen 20 yıldır neredesin?  Bunu da içimden söyledim. Doğru soruları sormak üzere gelmişti sanki o gece. Doğru söylüyordu. Koza depresyon için kullanılacak seçilmiş en ilginç kelimelerden biriydi. Koza değişim demekti çünkü. Her depresyondan bin bir renkle çıkabildiğin gibi, bambaşka şekillerde de çıkabilirdin.
Bununla yaşayabilirim sanırım.
Bu gecenin üzerinden dört hafta geçti. Kararlar verildi, gerekli ağlamalar yapıldı. Teknik konular halledildi ve yepyeni bir yaşama, “bakalım su soğuk mu” edasıyla ayakucuyla dokunuldu. Yalnız olmaktan, hala gece uyurken tavanın üzerime düşmesinden çok korkuyorum. O kadar yalnızım ki depresyonum bile yok, o derece. Ama düşünüyorum; o en gıcık olduğum “sen çok güçlüsün” cümlesinin başı hayatta her şeyi kabullenmekten geçiyor.  Yollar kesişiyor, yollar ayrılıyor. Ve sen o direksiyonun başında camdan gördüğün her şeye şahit olup, kabul ediyorsan dayanabiliyorsun uzun yol şoförlüğüne. Aldığın her viraj sana avantaj sağlıyor ama senin avantaj umurunda değil. Sadece yola odaklanıyorsun. Yol senin amacın, vardığın hiçbir yer yok. Gidebilmenin verdiği mutluluk, devam etme isteği uyandırıyor.
Yol yapayalnız. Kabullenince oluyor.
Ama siz yine de bir sorun; beni seviyor muymuş?

26 Temmuz 2012 Perşembe

nasıl?

Sindirmem gerek!
Bütün dünyayı yemişim gibi. 
Atılan golleri, attığım golleri, zamanla alışkanlık haline gelmiş kayıpları. Etimden kopan parçaları, dişlerimle kopardığım etleri. İnsan taklidi yapan adamları, o adamların yalanlarını, yalanmalarini.. Adam taklidi yapan içimdeki kadını. 
Adam taklidi yapan o adamı.

Yemediğim dayakları, at(a)madığım tokatları. Doguramadığım çocukları, düşen cocuk parçalarını..
Yalancı çobanları,  üvey kızkardeşleri..
Bütün dünyayı yemişim gibi
kusup, yiyip,
sindirmem gerek.

(yas dolayısı ile kapaliyim.)

20 Temmuz 2012 Cuma

kör


Paul Auster ile garip bir ilişkimiz var; bazen sinir oluyorum yazdıklarına. Beynimle dilim arasında sıkışıp kalmış şeyleri yazıyor çoğu zaman. İlk okuduğumda içime önce bir sıkıntı basıyor, anlamıyorum çünkü. Hemen çevirmene çamur atasım geliyor, "Kardeşim çevirememişsin işte kitabı! Böyle mi olur bu iş?" diye ama o da koskocaman çevirmen, sonra onun çevirdiğini okuyan kocaman editör var. Demek ki gabi olan benim. Sonra kapatıyorum kitabı, olmayacak bu iş!

Görerek anlayabildiğiniz bir yazar değil Auster. Amiyane tabiri ile "kafasının gelmesi" lazım. Onun yazdıklarını okumak için özel bir çaba sarfederseniz yapacağınız son hareket kitabı kapatıp sehpanın üzerine koymak ve TV'de Allah ne verdiyse seyretmek. Allah ne verdiyse burada önemli; çünkü okuyup da o an anlamadığınız satırlar bilgisayarda kapatmadığınız programlar misali alt beyninizde dönüp duruyor. O yüzden Allah ne verdiyse seyretmek istiyorsunuz ki beyniniz okuduklarınızla rahatça ilgilenebilsin. Yıllarca Paul Amca ile aramdaki ilişkinin bir çatışmaya dönüştüğünü merak ederken "Son Şeyler Ülkesinde" romanının bir bölümünde anlayıverdim. Şöyle yazıyordu;

"Çevrede görülen her şey insanı yaralayabiliyor, insanı küçültebiliyor. Bir şeyi görmekle, yalnızca görmekle, bir parçanı kaybediyorsun sanki. Çoğu kez, bakmanın tehlikeli olabileceğini seziyor, gözlerini kaçırmak hatta sımsıkı yummak eğilimini gösteriyorsun. O yüzden de şaşkınlığa kapılmak, baktığın şeyi gerçekten görüp görmediğini kestirememek ya da gördüğünü başka bir şeyle karıştırmak, ya da daha önce gördüğün -hatta düşlediğin- bir şeyi anımsadığını sanarak bocalamak çok kolay. Bu işin ne kadar karmaşık olduğunu anlayabilir misin? Herhangi bir şeye bakıp, “Ben şuna bakıyorum,” demek yetmez.
Gözünün önünde duran şey bir kalem ya da bir parça ekmek kabuğuysa bu olabilir belki. Ama ölü bir çocuğa, başı ezilmiş ve kana bulanmış olan, sokakta çırılçıplak yatan küçük bir kıza baktığını fark edince ne yapacaksın? O zaman ne diyeceksin? Hiç kem küm etmeden, dümdüz bir sesle,
“Ölü bir çocuğa bakıyorum,” diyebilmek kolay değil. Beyin sözcükleri biçimlendirmemekte diretiyor. Yapamıyorsun nedense. Çünkü gözünün önündeki şey kolayca içinden sıyrılabileceğin, kendinden ayrı tutabileceğin bir şey değil.
Yaralanmak dediğim zaman bunu anlatmak istemiştim. Bakıp geçemiyorsun, çünkü gördüklerin -nedense- senin bir parçan, içinde gelişen öykünün bir bölümü oluyor. Hiçbir şeyden etkilenmeyecek kadar katılaşmak iyi olurdu herhalde. Ancak o zaman da insanlardan büsbütün kopar ve öyle bir yalnızlığa kapılırsın ki hayat katlanılmaz duruma gelir. Bunu yapmayı başaranlar, kendilerini birer canavar haline sokacak gücü kendinde bulanlar da var. Ama sayılarının ne kadar az olduğunu bilsen şaşarsın. Ya da şöyle diyeyim: Hepimiz canavarlaştık ama yüreğinde bir zamanlar yaşadığı hayatın bir kırıntısını taşımayanımız yok gibi."

Neyin yanlış gittiğini anladım işte! Yazılanları sadece okumaya çalışmak beyhude bir eylem. Onun yazdıklarını okumaktan çok hissetmek gerekiyor. “Being John Malkovich” filmindeki gibi yazarın zihnine girmek, o anki ruh hali ile bir empati kurmak gerekiyor. Her yazar için gerekli değil bu çaba, nasıl bazı olayları anlamak, hazmetmek için bunun gibi özel bir çaba harcamak gerekiyorsa bazen bir kitap, film veya yazar için de gerekiyor. Aksi takdirde anlamıyorsunuz. Anlamayınca sıkılıyor, sıkıldıkça uzaklaşıyor, uzaklaştıkça en insan olmamız gereken yerde yeller esiyor.

Bize benzemeyen insanlar, çocuğumuza benzemeyen çocuklar, her gün başımıza gelmeyen olaylarla dolu etrafımız. İnsanoğlu -doğası gereği- kendine benzetemediği her şeyi ötekileştirmek istiyor. Ötekileştirmenin sonucunda ortaya çıkan sonuç çoğu zaman umursamazlık, görmezden gelme ve -korkunç olanı- şiddet oluyor. Dünya tarihinde bunun gibi birçok örnek var. Savaşlar, direnişler hep bu "ötekileştirme"nin sonucu. Çoğu zaman sadece öylece bakıyoruz olaylara, bırak hissetmeyi görmüyoruz bile. Otizmli bir çocuğun hayal dünyasını, zihninin çalışma şeklini anlamaya çalışmıyoruz. Bir erkeğin içindeki kadının ortaya çıkışından, bir kadının içindeki erkeği keşfetmesinden ve bunu sahiplenip kimliği olarak kabul etmesinden -anlamaya çalışmayı geçtim- "şiddetli" bir biçimde korkuyoruz. 

Aslında hiçbir şey için gerçekten çabalamıyoruz. Kendimiz için bile elle tutulur bir çabamız yok. Ağzımızı açıyoruz sadece, küçük yavru kuşlar gibi o gün "büyük abiler" ağzımıza ne bırakırsa onu yiyoruz. Çiğnemeden, öylece yutuyoruz.  İçimizden birkaçı çabalıyorsa da ya bununla alay ediyoruz ya da hemen onu da "öteki"lerin yanına koyuyoruz.
Biliyor musunuz, dünya kadar korkuyoruz!

Sonra ne oluyor? Ver elini Prozac nesli!

Paul Auster'ın "Kış Günlüğü" adlı otobiyografisinde anlattığı gibi (dedim ya; ben düşünüyorum, o yazıyor), benim için işin en kafa karıştıran yanı şu; bütün bir yaşam boyunca vücudumuzda yardım almadan göremediğimiz tek bölge yüzümüz. Ellerimizi, ayaklarımızı, hatta biraz zorlarsak kıçımızı bile görebiliyoruz da; başkaları için en tanıdık olan, kimliğimizi oluşturan yüzümüzü asla göremiyoruz. Ne kadar tanıdığız yüzümüze? Bu açıdan bakarsak gerçekten biliyor muyuz kendimizi? Göremediğimiz yüzümüzün görebildiğimiz başka yüzlerden daha değerli, daha tanıdık olduğuna nasıl karar veriyoruz? Güzel-çirkin kavramından yola çıkarsak; kendimizin güzel, "öteki"nin çirkin olduğunu nasıl anlıyoruz? Bütün bir yaşam boyu gerçek anlamda görmediğimiz bir yüz nasıl kimliğimizin en önemli parçası haline geliyor?

Görebilmek için hep başka yüzlere ihtiyaç var. "Öteki"nin yüzü seninkinden farklı değil. Hem sen kimsin daha onu bilmiyorsun ki daha doğru dürüst.

Ayna, insan olmak adına doğru bir çaba değil. Gerekmedikçe kullanmayınız.

12 Temmuz 2012 Perşembe

yeniyıl istek listesi

daha çok var, biliyorum. ama zaman muhakemesi güçlü bir insan değilim, ayrıca da banane.

- uzay gemisi (her sene bir tane istiyorum. lütfen bu sefer olsun)
- daha az akıl, daha çok fikir
- ıslıkla da çalınabilen bütün sene seveceğim bir adet şarkı
- kırmızı pazar çantası (bulamıyorum.)
- üzgün surat, gülen surat (eşit ağırlıkta olabilirler)
- iç dünya için çalı süpürgesi
- uzay gemisi (bi' daha istersem belki olur?)
- kalp çarpıntısı (güzelinden)
- yapılacak bir sürü hata
- hataları düzeltecek bir sürü formül
- el tutuşması
- daha çok masal
- daha az uyumak
- kafa karışıklığı için kalın dişli tarak
- bir sürü rengarenk yumak (örgü için)
- ananemin evi gibi kokan pudra
- çocukluğumdan daha çok anı
- daha çok rüya (az uykuyla gelsin)
- uzay gemisi (kesin bu sene olcak bu iş!)






11 Temmuz 2012 Çarşamba

kıyısında

Bir yerin kıyısında durma eylemi, durduğunuz yerin yüksekliğine göre eğlenceli, romantik veya trajiktir.




12 Haziran 2012 Salı

simya


Aşk tinsel bir hastalıktır,
Üstelik bulaşıcıdır!

Hem öyle sadece insandan insana bulaşmaz, seyrettiğiniz bir filmden, okuduğunuz bir kitaptan, en yakın arkadaşınızın yaşadığı ilişkiden bile bulaşabilir. Müziği bunun içine şu aşamada katamıyorum; çünkü müzik, aşk denilen o şey size bulaştıktan sonra acınızı azaltsın veya isteğe göre çoğaltsın diye başvurulan ve  nadiren işe yarayan bir çözüm oluyor.

Kimyanın hormonlara uyguladığı zalim düzen bir yana, insanın başına gelebilecek en korkunç, en güzel, en karmaşık şey aşk. Nasıl, neden ve ne ara olduğu hala tam olarak çözülemediği için yüzyıllardır üzerine en çok kafa yorulan, kitap yazılan konu özelliğine sahip. İlk görüşte olanından, zamana yayılarak olanına kadar türlü türlü hali mevcut.

"Altı üstü omuzuma konan bir öpücüktü. Eve geldim, dişlerimi fırçalarken iyiydim. Yatağa yattığımda omuzumda kalan öpücükle ilgili hiç bir şey düşünmeden kütük gibi uyuyakaldım. Sabah gözümü açtığımda ilk aklıma gelen o andı. Tertemiz, dingin zihnime atılan küçük bir taş kafamı bulandırdı, midemdeki zırıltının açlıktan olmadığını birkaç saniye içinde  anladım. Evet, bir rüya süresinde aşık oldum, güne yaydım. Ve her aşk gibi o da acı dolu, deli dolu, hiç ölmeyecekmiş, hiç bitmeyecekmiş gibi yaşandı; 'Bunu kendime bir daha asla!' sözleriyle de bitti."

Aşkın en yakın durduğu kavram ölümsüzlük sanırım. Sonsuza kadar sürecekmiş gibi yaşanan en kısa şey aşk, tıpkı hayat gibi. Zamanı yok eden elleri var aşkın. Ayarı bozuk bir saat gibi geriye doğru işliyor, var olanı yavaşlatıyor. Galiba bu yüzden hep geriye doğru unutuyor insan her aşkı. Sıfır noktasında ise yine bir sabah uyanıyorsunuz ve bir de bakıyorsunuz, midenizdeki zırıltı bu sefer sadece açlıktan kaynaklanıyor.

Rotterdam'da yaşayan yakın bir arkadaşım şu sıralar içinde bulunduğu gönül çelişkisini anlatırken; "Her zaman böyle olur benim hayatımda. Önce bir taraf aşık olur. Ya ben, ya karşımdaki. Eş zamanlı bir aşk yok benim için" dedi. Aslında o ortak "an" derinizden geçmişse, hastalık iki tarafa da bulaşmış demektir. Sadece duygusal bağışıklık hastalığın ne kadar sürede yayılacağını belirleyecek olandır.

Aşk iki tarafa da güzelce bulaştıktan sonra Lale Müldür'ün dediği oluyor hep;

"boynumda yağmurdan bir kolye
ıslak taşlara oturuyorum bugünlerde"

Neden acıyla var oluyoruz aşkın içinde? Neden hep o ıslak taşlara oturup oturup hasta ediyoruz kendimizi?

Aşk, aklın kalple oynadığı en sert oyun. Tamamen tekil olması ve bu yüzden hiç de tekin olmaması, yaşanan durumun objektif olarak değerlendirilememesi sonucunda bir yanlış anlaşılma, yanlış anlama hali.

Şöyle bir not almışım konu hakkında bir ara;

"bir avuç toprak bir bardak su veriyorlar eline. ne tohum, ne de fidan... suyun toprağa simyasına fal açıp, bekliyorsun. gördüğün bir rüya, hatırladığın bir koku, tanıdık bir kelime. herhangi bir şey... hiç beklemediğin bir anda oluveriyor, oluveriyorsun. nefis."

Hiç beklemediğin anda aniden bütün benliğini saran şey sana acı verir. Aşık olmanın çıkmaz sokağı ise bu acıdan mutlu olmak. Konu hakkında yazan bütün kitaplar, şiirler, şarkısözleri bunun altını çizer. O çıkmaz sokaktan ne arkanı dönüp çıkabilirsin, ne de oradan bir ev satın alabilirsin. Duvarın köşesine bağdaş kurup bakakalırsın gökyüzüne.

"Yaşlı gözlerim var
Gülümseyen ağzıma inat.
Ne güzel...(sin)"

Gecenin sabaha varmasına birkaç saat kalmış,İstiklal Caddesi'nde yürüyoruz. "Aşk nereye bağlanıyor peki?" diye soruyor yanımdaki. "Bilmiyorum" diyorum. Seneler geçtikçe başka bir şeye dönüşüyor aşk. O dönüştüğü hali sevebiliyorsan, devam ediyorsun. Dudaklarına konan öpücük ateş tadında değil belki ama aşk bitince bitmeyen adamlar/kadınlar var. Sanırım aşkı hayatına yayabiliyorsan, her an ölecekmiş gibi yaşayabiliyorsan onunla, -ölememeye inat- aşkı eskitebiliyorsan ve hala ekisi gibi üzerine uyuyorsa, en önemlisi aşk bitiyor ama "o" kalıyorsa yanında, kalmasına izin veriyorsan, güzel bir sabaha bağlanıyor aşk.

Birbirinize vitaminler, moraller verip, içinizdeki şeytanlara zülfikarlarla saldırıyorsanız, iyileşiyorsunuz demektir.

Kalın orada, son nefesinize kadar.
Ölünüyor çünkü.

19 Ocak 2012 Perşembe

t a m z a m a n ı

kuşlar yerine ağaçlara inanmak zamanı. bavulunu toplamışların bir gün geri döneceklerine inanmak yerine onları gidecekleri yere kadar bırakma zamanı. veda, etmekten korktuğum kadar kötü değil,kabul etme zamanı. geriye doğru yürürken aslında hiç olmamış olduğundan şüphe etme zamanı. o'nun hayatının sana değmesine izin vermek için bavullarını toplama zamanı. gidilecek yerlere yalnız gitme zamanı. durup bir düşünme zamanı. sadece nereden gelip nereye gittiğini değil, ayağını bastığın toprağın hayatını anlama zamanı. kederden ölünecekse veya mutluluktan uçulacaksa dürüst olma zamanı.
“yalansız yaşanmıyor” dediğinde, ona eskiden kalan gülümseme borcunu ödeme zamanı. her unutuşun bir hatıranın üzerinden havalandığını, havalanan kuşun rengarenk kanatlarını, yaşlı bir ağaca sırtını yaslayarak seyredebilmeye inanmak z a m a n ı-dır.

17 Ocak 2012 Salı

ruh halimin güvercin tedirginliği

Bugün Hrant Dink davası sonuçlandı. Sonuçtan dolayı çok utanıyorum, çok üzgünüm. "Öteki"leştirilmemizi, kendi ülkemizde yalnız bırakılışımızı, geriye doğru hızla unutuşumuzu yazmak istiyordum. Ama bu akşam Dink davasının ardından başıma gelen çok tatsız bir olay yüzünden bir süre politik içerikli bir şey yazmayacağım. Her an -herkes gibi- binlerce düşünce geçen zihnimin, o düşünceleri söze/yazıya dökebilmesi için binbir tane süzgeçten geçirmem gerektiğini bana sürekli hatırlatan, beni korkutan herşeye/herkese çok kızgın, çok kırgın ve çok öfkeliyim.
O yüzden bu akşam Hrant Dink'in öldürülmeden 9 gün önce yayınladığı son yazısını sizinle paylaşmak istedim.

İhtiyacımız olan tek şey huzur. Bizim buralarda pek bulunmayan bir şey huzur.
Biz hep güvercin tedirginliğinde yaşamak zorunda bırakılıyoruz,
maalesef.
Üstelik onlar kadar özgür de değiliz.

"ruh halimin güvercin tedirginliği - 10 Ocak 2007

başlangıcında, “türklüğü aşağılamak” suçlamasıyla şişli cumhuriyet savcılığı’nca hakkımda başlatılan soruşturmadan tedirginlik duymadım. bu ilk değildi. benzer bir davaya zaten urfa’dan aşinaydım. 2002 yılında urfa’da gerçekleşen bir konferansta yaptığım konuşmada “türk olmadığımı... türkiyeli ve ermeni olduğumu” söylediğim için “türklüğü aşağılamak” suçlamasıyla üç yıldan beri yargılanıyordum.

duruşmaların gidişatından dahi habersizdim. hiç ilgilenmiyordum. urfa’dan avukat arkadaşlar gıyabımda yürütüyorlardı celseleri.

şişli savcısı’na gidip ifade verdiğimde de hayli umursamazdım. sonuçta yazdığıma ve niyetime güveniyordum. savcı, yazımın sadece birbaşına hiç bir şey anlaşılmayan o cümlesini değil, yazının bütününü değerlendirdiğinde, benim “türklüğü aşağılamak” gibi bir niyetimin bulunmadığını kolaylıkla anlayacaktı ve bu komedi de bitecekti.
soruşturma sonunda bir dava açılmayacağına kesin gözüyle bakıyordum.kendimden emindim
ama hayret işte! dava açılmıştı.
yine de iyimserliğimi kaybetmedim.

o kadar ki, telefonla canlı olarak bağlandığım bir televizyon programında, beni suçlayan avukat kerinçsiz’e “çok heveslenmemesini, bu davadan herhangi bir ceza yemeyeceğimi, eğer ceza alırsam bu ülkeyi terk edeceğimi” dahi dile getirdim. kendimden emindim, gerçekten yazımda türklüğü aşağılamak gibi bir niyetim ve kastım -hiç ama hiç- yoktu. dizi yazılarımın tamamını okuyanlar bunu çok net olarak anlayacaklardı.

nitekim işte, bilirkişi olarak tayin edilen istanbul üniversitesi öğretim üyelerinden oluşan üç kişilik heyetin mahkemeye sunmuş olduğu rapor da bunun böyle olduğunu gösteriyordu.

endişelenmem için bir sebep yoktu, davanın şu ya da bu aşamasında muhakkak yanlıştan dönülecekti.
ya sabır” çeke çeke...
ama dönülmedi.
savcı, bilirkişi raporuna rağmen cezalandırılmamı istedi. ardından da hakim altı ay mahkumiyetime karar verdi.
mahkumiyet haberini ilk duyduğumda, kendimi, dava süresi boyunca beslediğim ümitlerimin acı tazyiki altında buldum. şaşkındım... kırgınlığım ve isyanım had safhadaydı.

bak şu karar bir çıksın, bir beraat edeyim, siz o zaman bu konuştuklarınıza, yazdıklarınıza nasıl pişman olacaksınız” diye dayanmıştım günlerce, aylarca.

davanın her celsesinde “türkün kanı zehirlidir” dediğim dile getiriliyordu gazete haberlerinde, köşe yazılarında, televizyon programlarında. her seferinde “türk düşmanı” olarak biraz daha meşhur ediliyordum. adliye koridorlarında üzerime saldırıyordu faşistler, ırkçı küfürlerle.

pankartlarla hakaretler yağdırıyorlardı. yüzlerceyi bulan ve aylardır yağan telefon, email, mektup tehditleri her seferinde biraz daha artıyordu.

tüm bunlara “ya sabır” çekip, beraat kararını bekleyerek dayanıyordum. karar açıklandığında nasıl olsa gerçek ortaya çıkacak ve bu insanlar yaptıklarından utanacaklardı.

tek silahım samimiyetim ama işte karar çıkmıştı ve tüm ümitlerim yıkılmıştı. gayrı, bir insanın olabileceği en sıkıntılı konumdaydım.

hakim “türk milleti” adına karar vermişti ve benim “türklüğü aşağıladığımı” hukuken tescillemişti. her şeye dayanabilirdim ama buna dayanmam mümkün değildi.

benim anlayışımla, bir insanın birlikte yaşadığı insanları etnik ya da dinsel herhangi bir farklılığı nedeniyle aşağılaması ırkçılıktı ve bunun bağışlanır bir yanı olamazdı.

işte bu ruh haliyle, kapımda hazır bekleyen ve “daha önce dile getirdiğim gibi ülkeyi terk edip etmeyeceğim”i teyit etmek isteyen basın ve medyadan arkadaşlara şu açıklamada bulundum:

avukatlarıma danışacağım. yargıtay’da temyize başvuracağım ve gerekirse avrupa insan hakları mahkemesi’ne de gideceğim. bu süreçlerden herhangi birinden aklanamazsam ülkemi terk edeceğim. çünkü böylesi bir suçla mahkum olmuş birinin benim kanaatimce aşağıladığı diğer yurttaşlarla birlikte yaşama hakkı yoktur.”

bu sözleri dile getirirken yine her zamanki gibi duygusaldım. tek silahım samimiyetimdi.

kara mizah

ama gelin görün ki beni türkiye insanının gözünde yalnızlaştırmaya ve açık hedef haline getirmeye çalışan derin güç, bu açıklamama da bir kulp buldu ve bu kez de yargıyı etkilemeye çalışmaktan hakkımda dava açtı. üstelik bu açıklamayı tüm basın ve medya vermişti ama onların gözüne batan ille de agos’takiydi. agos sorumluları ve ben, bu kez de yargıyı etkilemekten yargılanır olduk. “kara mizah” dedikleri bu olsa gerek.
ben sanığım, bir sanıktan daha fazla kimin yargıyı etkileme hakkı olabilir ki?
ama bakın şu komikliğe ki sanık bu kez de yargıyı etkilemeye çalışmaktan yargılanıyor.

türk devleti adına”

itiraf etmeliyim ki türkiye’deki “adalet sistemi”ne ve “hukuk” kavramına olan güvenimi fazlasıyla yitirmiş durumdaydım.

nasıl yitirmeyeyim? bu savcılar, bu hakimler üniversite okumuş, hukuk fakültelerini bitirmiş insanlar değiller mi? okuduklarını anlayacak kapasitede olmaları gerekmiyor mu?

ama gelin görün ki, bu ülkenin yargı’sı bir çok devlet adamının ve siyasetçinin de dile getirmekten çekinmediği gibi bağımsız değil.

yargı yurttaşın haklarını değil, devlet’i koruyor.
yargı yurttaşın yanında değil, devlet’in güdümünde.
nitekim şundan bütünüyle emindim ki, hakkımda verilen kararda da her ne kadar “türk milleti adına” deniyor olsa da, şu çok açık ki “türk milleti adına” değil, “türk devleti adına” verilmiş bir karardı bu. dolayısıyla, avukatlarım yargıtay’a başvuracaklardı, ama bana haddimi bildirmeye karar vermiş derin güçlerin orada da etkili olmayacaklarının garantisi neydi?

hem sonra zaten, yargıtay’dan hep doğru kararlar mı çıkıyordu?
azınlık vakıfları’nın mülklerini elllerinden alan haksız kararlara aynı yargıtay imza atmamış mıydı?
başsavcının çabasına rağmen
nitekim işte başvuruda bulunduk da ne oldu?
yargıtay başsavcısı tıpkı bilirkişi raporunda olduğu gibi suç unsuru bulunmadığını belirtti ve beraatimi istedi ama yargıtay yine de beni suçlu buldu.
ben yazdığımdan ne kadar eminsem yargıtay başsavcısı da o kadar okuyup anladığından emindi ki, karara da itiraz etti ve davayı genel kurul’a taşıdı.
ama, ne diyeyim ki, bana haddimi bildirmeye soyunmuş olan ve muhtemelen de davamın her kademesinde bilemeyeceğim yöntemlerle varlığını hissettiren o büyük güç, işte yine perde arkasındaydı. nitekim genel kurul’da da oy çokluğuyla benim türklüğü aşağıladığım ilan edildi.

güvercin gibi

şu çok açık ki, beni yalnızlaştırmak, zayıf ve savunmasız kılmak için çaba gösterenler, kendilerince muradlarına erdiler. daha şimdiden, topluma akıttıkları kirli ve yanlış bilginin tesiriyle hrant dink’i artık “türklüğü aşağılayan” biri olarak gören ve sayısı hiç de az olmayan önemli bir kesim oluşturdular.

bilgisayarımın güncesi ve hafızası bu kesimdeki yurttaşlar tarafından gönderilen öfke ve tehdit dolu satırlarla yüklü.
(bu mektuplardan birinin bursa’dan postalandığını ve yakın tehlike arzetmesi açısından da hayli kaygı verici bulduğumu ve tehdit mektubunu şişli savcılığı’na teslim etmeme rağmen bugüne değin herhangi bir sonuç alamadığımı yeri gelmişken not düşeyim.)

bu tehditler ne kadar gerçek, ne kadar gerçek dışı? doğrusu bunu bilmem elbette mümkün değil.
benim için asıl tehdit ve asıl dayanılmaz olan, kendi kendime yaşadığım psikolojik işkence.
bu insanlar şimdi benim hakkımda ne düşünüyor?” sorusu asıl beynimi kemiren.
ne yazık ki artık eskisinden daha fazla tanınıyorum ve insanların “a bak, bu o ermeni değil mi?” diye bakış fırlattığını daha fazla hissediyorum.
ve refleks olarak da başlıyorum kendi kendime işkenceye.
bu işkencenin bir yanı merak, bir yanı tedirginlik.
bir yanı dikkat, bir yanı ürkeklik.
tıpkı bir güvercin gibiyim...
onun kadar sağıma soluma, önüme arkama göz takmış durumdayım.
başım onunki kadar hareketli... ve anında dönecek denli de süratli.

işte size bedel

ne diyordu dışişleri bakanı abdullah gül? ne diyordu adalet bakanı cemil çiçek?
canım, 301’in bu kadar da abartılacak bir yanı yok. mahkum olmuş hapse girmiş biri var mı?”
sanki bedel ödemek sadece hapse girmekmiş gibi...
işte size bedel... işte size bedel...
insanı güvercin ürkekliğine hapsetmenin nasıl bir bedel olduğunu bilir misiniz siz ey bakanlar..? bilir misiniz..?
siz, hiç mi güvercin izlemezsiniz?
ölüm-kalım” dedikleri
kolay bir süreç değil yaşadıklarım... ve ailece yaşadıklarımız.
ciddi ciddi, ülkeyi terk edip uzaklaşmayı düşündüğüm anlar dahi oldu.
özellikle de tehditler yakınlarıma bulaştığında...
o noktada hep çaresiz kaldım.
ölüm-kalım” dedikleri bu olsa gerek. kendi irademin direnişçisi olabilirdim ama herhangi bir yakınımın yaşamını tehlike altına atmaya hakkım yoktu. kendi kahramanım olabilirdim, ama bırakın yakınımı, herhangi bir başkasını tehlikeye atarak, yiğitlik yapmak hakkına sahip olamazdım.
işte böylesi çaresiz zamanlarımda, ailemi, çocuklarımı toplayıp, onlara sığındım ve en büyük desteği de onlardan aldım. bana güveniyorlardı.
ben nerede olursam onlar da orada olacaktı.
gidelim” dersem geleceklerdi, “kalalım” dersem kalacaklardı.
kalmak ve direnmek
iyi de, gidersek nereye gidecektik?
ermenistan’a mı?
peki, benim gibi haksızlıklara dayanamayan biri oradaki haksızlıklara ne kadar katlanacaktı? orada başım daha büyük belalara girmeyecek miydi?
avrupa ülkelerine gidip yaşamak ise hiç harcım değildi.
şunun şurasında üç gün batı’ya gitsem, dördüncü gün “artık bitse de dönsem” diye sıkıntıdan kıvranan ve ülkesini özleyen biriyim, oralarda ne yapardım?
rahat bana batardı!
kaynayan cehennemler”i bırakıp, “hazır cennetler”e kaçmak herşeyden önce benim yapıma uygun değildi.
biz yaşadığı cehennemi cennete çevirmeye talip insanlardandık.
türkiye’de kalıp yaşamak, hem bizim gerçek arzumuz, hem de türkiye’de demokrasi mücadelesi veren, bize destek çıkan, binlerce tanıdık tanımadık dostumuza olan saygımızın gereğiydi.
kalacaktık ve direnecektik.
bir gün gitmek mecburiyetinde kalırsak ama... tıpkı 1915‘teki gibi çıkacaktık yola... atalarımız gibi... nereye gideceğimizi bilmeden... yürüyerek yürüdükleri yollardan... duyarak çileyi, yaşayarak ızdırabı...
öylesi bir serzenişle işte, terk edecektik yurdumuzu. ve gidecektik yüreğimizin değil, ama ayaklarımızın götürdüğü yere... her neresiyse.

ürkek ve özgür

dilerim böylesi bir terk edişi hiç ama hiç yaşamak mecburiyetinde kalmayız. yaşamamak için fazlasıyla umudumuz, fazlasıyla da nedenimiz var zaten.
şimdi artık avrupa insan hakları mahkemesi’ne başvuruyorum.
bu dava kaç yıl sürer, bilemem.
bildiğim ve beni bir miktar rahatlatan gerçek şu ki, hiç olmazsa dava bitene kadar türkiye’de yaşamaya devam edeceğim.
mahkemeden lehime bir karar çıkarsa kuşkusuz çok daha sevineceğim ve bu da demektir ki artık ülkemi hiç terk etmek zorunda kalmayacağım.
muhtemelen 2007 benim açımdan daha da zor bir yıl olacak.
yargılanmalar sürecek, yeniler başlayacak. kimbilir daha ne gibi haksızlıklarla karşı karşıya kalacağım?
ama tüm bunlar olurken şu gerçeği de tek güvencem sayacağım.
evet kendimi bir güvercinin ruh tedirginliği içinde görebilirim, ama biliyorum ki bu ülkede insanlar güvercinlere dokunmaz.
güvercinler kentin ta içlerinde, insan kalabalıklarında dahi yaşamlarını sürdürürler.

evet biraz ürkekçe ama bir o kadar da özgürce."

biz kuğu değiliz



Sözleri benim yazdığım bir şiirden olan müziği ve görüntüleri Ceylan Ertem'e ait bu küçük klibi tüm kuğu ol(a)mayanlara armağan ediyorum.
Hepimiz affedildik, sıkıntı yok.

biz kuğu değiliz
biz kumru değiliz
biz kırlangıç değiliz.

biz insanız
bizim kafamız karışık
biz insanız
biz zayıfız. bizim karnımız yumuşak. biz bir planın küçük paçalarıyız. biz bile bile ölürüz biz rüya görürüz biz inanırız biz can alırız
biz insanız.
biz düşünürüz biz can yakarız biz aşık oluruz biz nefret ederiz biz kötü biz iyi. birimiz ölü birimiz diri. biz inkar ederiz biz inat ederiz biz yalan söyleriz önce içimize
biz insanız
beş dakika nefessiz kalsak ölürüz. biz ölümsüz olmaya çalışan. biz zavallı. biz "tek"e tersinden inanan...

biz kuğu değiliz
biz kumru değiliz
biz kırlangıç değiliz

sevgilim,
biz insanız
o yüzden seni terkediyorum
o yüzden seni affediyorum...



16 Ocak 2012 Pazartesi

Haller


Giriş
Uzandığın bu uçsuz bucaksız kumsalda, avuçlarına doldurduğun çakıl taşlarından sadece bir tanesiyim. Diğerlerinden farklı değilim, hatta biraz şekilsizim bile. Ama hepimizin birer yolculuk hikayesi var. Avuçlarına sığan yüzlerce hikayede, sonucu değistirmeyen süreçler var. Bir gün duracağını bilerek koşmak ne kadar anlamlıysa burada bulunan herkesin hikayesindeki son o kadar anlamlı. Öte yandan  evrimi evrim yapan sonucundan daha fazla süreci. Burada, bu uçsuz bucaksız kumsalda yaşanan tek şey, avuçlarındaki sonu aynı yüzlerce hikaye. Belki de bu yüzden sonsuz var.
Ama senin koyduğun isim güzel. Hayat.


Çıkış
Havanın tadı ağzımda, sırtüstü yatıyorum. Gözlerim kapalıyken bile gözlerimi dolduran bu eski güneş bir gün bitecek biliyorum. Giderek solan ışığı ile bir gün dünyayı karanlıkta bırakacak. Belki de o zaman, gözlerimiz karanlıkta görmeye alıştığında, şimdiye kadar sorulan bütün soruların cevaplarını bulacağız ve bu hiç önemli olmayacak. O zaman bütün bu kumsalı anlayacağız.

Avuçlarıma doldurup boşalttığım çakıl taşlarının hikayesini kendi hikayemle birleştirmeye çalışıyorum. Hepimizin aynı kumsalda olduğunu kabul ederek kapatıyorum gözlerimi. Bizi kıyıya vuran dalgaların sesi kulağıma doluyor. Doğarken, ölmeden o kanaldan geçene verdikleri hediye hayat. Adını koyduğun güzel hayat.
Eğer tükenmez bir kalemle tekrar yazacaksam hikayemi, başka bir şekilde var olmak için elimde fırsatım var demektir. Görebildiğim sadece yanılgıdır. Görebildiğimi binlerce değişik şekliyle görebilirim. Gerçek, gördüğüm olamaz.
Hayat benim bakamayış açımdır. Gerçeğim, bakamadığım yerde olamaz.
Benim gerçeğim bir anın içinde saklı. Süresi bir nefes.
Benim gerçeğim yok olduğuma vardığım ve bitmeyi seçtiğim noktaya denk düşüyor.
Hayat uzun bir yanılgı, an gerçek bir sonsuz.
Herkesin kendi hikayesini yazmak için bir şansı olmalı.
Hiç ölmeyeceğim ben.