20 Temmuz 2012 Cuma

kör


Paul Auster ile garip bir ilişkimiz var; bazen sinir oluyorum yazdıklarına. Beynimle dilim arasında sıkışıp kalmış şeyleri yazıyor çoğu zaman. İlk okuduğumda içime önce bir sıkıntı basıyor, anlamıyorum çünkü. Hemen çevirmene çamur atasım geliyor, "Kardeşim çevirememişsin işte kitabı! Böyle mi olur bu iş?" diye ama o da koskocaman çevirmen, sonra onun çevirdiğini okuyan kocaman editör var. Demek ki gabi olan benim. Sonra kapatıyorum kitabı, olmayacak bu iş!

Görerek anlayabildiğiniz bir yazar değil Auster. Amiyane tabiri ile "kafasının gelmesi" lazım. Onun yazdıklarını okumak için özel bir çaba sarfederseniz yapacağınız son hareket kitabı kapatıp sehpanın üzerine koymak ve TV'de Allah ne verdiyse seyretmek. Allah ne verdiyse burada önemli; çünkü okuyup da o an anlamadığınız satırlar bilgisayarda kapatmadığınız programlar misali alt beyninizde dönüp duruyor. O yüzden Allah ne verdiyse seyretmek istiyorsunuz ki beyniniz okuduklarınızla rahatça ilgilenebilsin. Yıllarca Paul Amca ile aramdaki ilişkinin bir çatışmaya dönüştüğünü merak ederken "Son Şeyler Ülkesinde" romanının bir bölümünde anlayıverdim. Şöyle yazıyordu;

"Çevrede görülen her şey insanı yaralayabiliyor, insanı küçültebiliyor. Bir şeyi görmekle, yalnızca görmekle, bir parçanı kaybediyorsun sanki. Çoğu kez, bakmanın tehlikeli olabileceğini seziyor, gözlerini kaçırmak hatta sımsıkı yummak eğilimini gösteriyorsun. O yüzden de şaşkınlığa kapılmak, baktığın şeyi gerçekten görüp görmediğini kestirememek ya da gördüğünü başka bir şeyle karıştırmak, ya da daha önce gördüğün -hatta düşlediğin- bir şeyi anımsadığını sanarak bocalamak çok kolay. Bu işin ne kadar karmaşık olduğunu anlayabilir misin? Herhangi bir şeye bakıp, “Ben şuna bakıyorum,” demek yetmez.
Gözünün önünde duran şey bir kalem ya da bir parça ekmek kabuğuysa bu olabilir belki. Ama ölü bir çocuğa, başı ezilmiş ve kana bulanmış olan, sokakta çırılçıplak yatan küçük bir kıza baktığını fark edince ne yapacaksın? O zaman ne diyeceksin? Hiç kem küm etmeden, dümdüz bir sesle,
“Ölü bir çocuğa bakıyorum,” diyebilmek kolay değil. Beyin sözcükleri biçimlendirmemekte diretiyor. Yapamıyorsun nedense. Çünkü gözünün önündeki şey kolayca içinden sıyrılabileceğin, kendinden ayrı tutabileceğin bir şey değil.
Yaralanmak dediğim zaman bunu anlatmak istemiştim. Bakıp geçemiyorsun, çünkü gördüklerin -nedense- senin bir parçan, içinde gelişen öykünün bir bölümü oluyor. Hiçbir şeyden etkilenmeyecek kadar katılaşmak iyi olurdu herhalde. Ancak o zaman da insanlardan büsbütün kopar ve öyle bir yalnızlığa kapılırsın ki hayat katlanılmaz duruma gelir. Bunu yapmayı başaranlar, kendilerini birer canavar haline sokacak gücü kendinde bulanlar da var. Ama sayılarının ne kadar az olduğunu bilsen şaşarsın. Ya da şöyle diyeyim: Hepimiz canavarlaştık ama yüreğinde bir zamanlar yaşadığı hayatın bir kırıntısını taşımayanımız yok gibi."

Neyin yanlış gittiğini anladım işte! Yazılanları sadece okumaya çalışmak beyhude bir eylem. Onun yazdıklarını okumaktan çok hissetmek gerekiyor. “Being John Malkovich” filmindeki gibi yazarın zihnine girmek, o anki ruh hali ile bir empati kurmak gerekiyor. Her yazar için gerekli değil bu çaba, nasıl bazı olayları anlamak, hazmetmek için bunun gibi özel bir çaba harcamak gerekiyorsa bazen bir kitap, film veya yazar için de gerekiyor. Aksi takdirde anlamıyorsunuz. Anlamayınca sıkılıyor, sıkıldıkça uzaklaşıyor, uzaklaştıkça en insan olmamız gereken yerde yeller esiyor.

Bize benzemeyen insanlar, çocuğumuza benzemeyen çocuklar, her gün başımıza gelmeyen olaylarla dolu etrafımız. İnsanoğlu -doğası gereği- kendine benzetemediği her şeyi ötekileştirmek istiyor. Ötekileştirmenin sonucunda ortaya çıkan sonuç çoğu zaman umursamazlık, görmezden gelme ve -korkunç olanı- şiddet oluyor. Dünya tarihinde bunun gibi birçok örnek var. Savaşlar, direnişler hep bu "ötekileştirme"nin sonucu. Çoğu zaman sadece öylece bakıyoruz olaylara, bırak hissetmeyi görmüyoruz bile. Otizmli bir çocuğun hayal dünyasını, zihninin çalışma şeklini anlamaya çalışmıyoruz. Bir erkeğin içindeki kadının ortaya çıkışından, bir kadının içindeki erkeği keşfetmesinden ve bunu sahiplenip kimliği olarak kabul etmesinden -anlamaya çalışmayı geçtim- "şiddetli" bir biçimde korkuyoruz. 

Aslında hiçbir şey için gerçekten çabalamıyoruz. Kendimiz için bile elle tutulur bir çabamız yok. Ağzımızı açıyoruz sadece, küçük yavru kuşlar gibi o gün "büyük abiler" ağzımıza ne bırakırsa onu yiyoruz. Çiğnemeden, öylece yutuyoruz.  İçimizden birkaçı çabalıyorsa da ya bununla alay ediyoruz ya da hemen onu da "öteki"lerin yanına koyuyoruz.
Biliyor musunuz, dünya kadar korkuyoruz!

Sonra ne oluyor? Ver elini Prozac nesli!

Paul Auster'ın "Kış Günlüğü" adlı otobiyografisinde anlattığı gibi (dedim ya; ben düşünüyorum, o yazıyor), benim için işin en kafa karıştıran yanı şu; bütün bir yaşam boyunca vücudumuzda yardım almadan göremediğimiz tek bölge yüzümüz. Ellerimizi, ayaklarımızı, hatta biraz zorlarsak kıçımızı bile görebiliyoruz da; başkaları için en tanıdık olan, kimliğimizi oluşturan yüzümüzü asla göremiyoruz. Ne kadar tanıdığız yüzümüze? Bu açıdan bakarsak gerçekten biliyor muyuz kendimizi? Göremediğimiz yüzümüzün görebildiğimiz başka yüzlerden daha değerli, daha tanıdık olduğuna nasıl karar veriyoruz? Güzel-çirkin kavramından yola çıkarsak; kendimizin güzel, "öteki"nin çirkin olduğunu nasıl anlıyoruz? Bütün bir yaşam boyu gerçek anlamda görmediğimiz bir yüz nasıl kimliğimizin en önemli parçası haline geliyor?

Görebilmek için hep başka yüzlere ihtiyaç var. "Öteki"nin yüzü seninkinden farklı değil. Hem sen kimsin daha onu bilmiyorsun ki daha doğru dürüst.

Ayna, insan olmak adına doğru bir çaba değil. Gerekmedikçe kullanmayınız.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder